top of page
mozturk.png

Arap Örfü

Prof.Dr.Mustafa Öztürk'ün Ä°slami Ä°limler Dergisinde (Yıl:1 Sayıs:2 Güz 2006) yayınlanan makalesinden kısaltılarak alınmıştır.

​

Bu baÄŸlamda, ahkâm ayetlerine konu olan uygulamaların köken itibariyle Ä°slam öncesi Arap geleneÄŸine uzandığını da belirtmek gerekir. Binaenaleyh, Kur’an hukuk alanında devrim deÄŸil büyük ölçüde ıslahat gerçekleÅŸtirmiÅŸtir. Nitekim Kur’an’da Arap örfündeki hukuki kurallara iliÅŸkin yüzlerce ibkâ, ikmal ve ıslah örneÄŸi bulmak mümkün iken naslarla ilga edilen uygulamalar içki, kumar, ribâ ve fuhuÅŸ gibi birkaç konuyla sınırlıdır. Kaldı ki Ä°slam öncesi Arap kültüründe kısas, kasâme ve diyet gibi cezalar mevcut idi. Kur’an’daki birçok ayete konu olan nikâh, talak, iddet, zıhar ve liân da Ä°slamiyet’ten önce mevcut idi. Bunların hiçbiri Ä°slam’la birlikte ortaya çıkmadı. Kur’an bütün bu uygulamalara Allah’a kulluk temelinde dinî-ahlâkî bir boyut kattı.

​

salimogut.png

​

Prof.Dr.Salim ÖÄŸüt'ün Modern DüÅŸüncenin Kur'an Anlayışı (Ravza:2013) adlı kitabından kısaltılarak alınmıştır.

​

Hz. Muhammed'e gelen vahiy müellifin de iÅŸaret ettiÄŸi gibi ta başından itibaren ed-Dîn olarak sürüp gelen uygulamaları onaylamış, bunun dışında gördüklerini, yani insanların zaman içinde hevâ ve heveslerinin sonucu olarak ortaya koydukları uygulamaları iptal etmiÅŸtir. Bir diÄŸer ifade ile ibkâ ettikleri, ed-Dîn'den olanlardır, iptal ettikleri ise beÅŸerî sâiklerle, yani nefsî/hevâî insiyaklarla zuhur eden Ä°nsanî davranışlardır.

​

Gerek makalenin müellifinin gerekse bu konuyu inceleyen diÄŸer araÅŸtırmacıların sıklıkla göndermede bulunduÄŸu ve "mahallî" olarak nitelediÄŸi kültür, büyük ölçüde "ilâhî" nitelemesini hak etmektedir. Hele bir de söz konusu olan bu kültür vahiy tarafından onaylanmışsa, artık hiç ÅŸüphe edilmeyecek biçimde "ilâhîliÄŸi" tescillenmiÅŸtir. Bizim anlayışımıza göre onaylanan hükümler, "Ä°lâhî"lik vasfını kaybetmemiÅŸ olanlardır. DeÄŸiÅŸtirilen hükümler ise, bu vasfı kaybedenlerdir.

 

Müellif diyor ki:

"Kaldı ki Ä°slam öncesi Arap kültüründe kısas, kasâme ve diyet gibi cezalar mevcut idi. Keza vahyin nazil olduÄŸu dönemin Arap toplumunda namaz, oruç, hac, zekât, kurban gibi ibadetler de biliniyordu."

​

Durum, hakikaten de böyledir. Ancak buradan hareketle varılan sonuç, hiç de isabetli deÄŸil, hatta tam aksine büyük bir taÄŸyir ve tahriftir. Çünkü müellifin vardığı sonuca göre bütün bunlar Arap örf ve âdetinden ibarettir. Yanı Arap kültürünün icadıdır. Hadi diyelim ki kasâme ve kısas için bunu söyleyebildiniz; peki namaz. Oruç, hac, zekât ve kurban gibi ibadetler için nasıl söyleyebilirsiniz. Bu ibadetlerin de Araplar tarafından, özellikle Hz. Peygamber'in (s.a.v) ilk muhatapları olan KureyÅŸ Arapları tarafından ihdas ve icad edildiÄŸini nasıl söyleyebilirsiniz?

​

Kökenleri çok eski devirlere dayansa bile bu ibadetlerin insanlar tarafından icad ve ihdas edilmiÅŸ olması ihtimali mi, kalbı kanaatinize uygun düÅŸüyor, yoksa "din" olarak Allah tarafından konulmuÅŸ olması mı? Sanıyorum semavi din mensuplarının tamamı, Araplar tarafından da bilinen bu ibadetlerin asıl ÅŸekillerinin Allah tarafından "din" olarak konulduÄŸu hususunda görüÅŸ birliÄŸi içindedir.

​

Peki, Allah "din" olarak sadece bir takım ibadet esasları mı vaz etti. Muamelata dair hiçbir hüküm koymadı mı? Elbette koydu. Hayata dair gerekli olan ne varsa, hepsi hakkında emirler ve yasaklar koydu. Muharref de olsa, eldeki Ahdi Atik'te bunun izlerini sürmemiz mümkündür.

​

O halde, ibadetleri geçmiÅŸ kavimlerden tevarüs eden bir toplum, niçin muamelata dair bazı uygulamaları tevarüs etmiÅŸ olmasın? GeçmiÅŸ kavimlerin ibadetlerini iktibas ederek kendine mâl eden insanlar, o kavimlerin muamelata dair uygulamalarını neden külliyen reddetsinler ki?

Hiç ÅŸüphesiz, ibadetleri iktibas ederken nasıl tahrif ettilerse, muamelata dair hükümleri de tahrif ederek iktibas ettiler. Çünkü ne onların anladığı ve uyguladığı kısas hükümleri ile Ä°slam'ın vaz ettiÄŸi hükümler aynıdır, ne de onların yaptığı hac ile Ä°slam'ın emrettiÄŸi hac menâsiki birdir. 

​

O halde, bu vesile ile bir kere daha anlaşılmıştır ki, Arap toplumu da diÄŸer toplumlar gibi, kendilerine peygamber gönderilmiÅŸ toplumların devamıdır. Ancak her konuda olduÄŸu gibi bu konuda da zamanın tahrip ve tahrif edici hükmü iÅŸlemiÅŸ ve nesiller arası intikallerde birtakım uygulamalar tamamen kaybolurken, birtakım uygulamalarda da bozulmalar ve yozlaÅŸmalar vuku bulmuÅŸtur. Ä°ÅŸte son din Ä°slam ve o Din'in Peygamberi Hz. Muhammed (s.a.v), bu uygulamalardan kaybolanları yeniden vaz etmiÅŸ, bozulmaya uÄŸrayanları ise ikmal veya tashih ederek ibkâ etmiÅŸtir. Bazı hükümleri de ilk defa vaz etmiÅŸtir.

​

Bizim anlayışımıza göre Ä°lahî hitap tarafından onaylanan hükümler, önceki semavi dinlerin ÅŸeriatları içinde yer almış ve "ilâhi”lik vasfını kaybetmemiÅŸ olanlardır. DeÄŸiÅŸtirilen hükümler ise, bu vasfı kaybedenlerdir. 

​

Åžu hususun açıklanması gerekir: Hükümlerde iptal ve ibkâ kriterleri nelerdir? Allah Teâlâ hangi kriterlere binaen bazı hükümleri iptal ederken, diÄŸerlerini ibkâ etmiÅŸtir?"

​

“Sırf Kur’an’da Geçme" Meselesi

Bir de ÅŸu:

"Birçok Arap örfünü sırf Kur'an'da zikri geçtiÄŸi içinbugüne taşımak" meselesine iÅŸaret etmek gerekmektedir. Yani bir husus sırf Kur’an'da geçtiÄŸi için bir anlam ifade eder mi, etmez mi? Bir baÅŸka deyiÅŸle, bir ÅŸeyin Kur'an'da geçmesinin anlam ve önemi nedir? Biz bir meseleyi deÄŸerlendirirken, o mesele Kur'an'da geçse bile, herhangi bir hikâye Kitabında veya ilmî eserde geçiyor gibi mi bakarız, yoksa Kur'an'da geçmesinin hususi ve imtiyazlı bir anlamı var mıdır?"

​

Evet, ÅŸunu gönül rahatlığı içinde söyleyebiliriz. Hz. Peygamber'in yaÅŸadığı dönemin tarihselliÄŸine özgü birçok Arap örfünü, sırf Kur'an'da zikri geçtiÄŸi için bugüne taşımak gerekir. Açıklaması ise ÅŸöyledir:

​

BilindiÄŸi üzere hukukun en temel kaynaklarından biri örf ve adettir. Dolayısıyla modem dünyada da olsa, hukuki bir düzenleme yapılırken o toplumunun gelenekleri ve adetleri göz ardı edilemez. Edilirse, kanun diye ortaya konulacak metin "sosyolojik meÅŸruiyet"ten mahrum olur. Hal böyle olunca liyakat sahibi bir hukukçu bir kanun metni hazırlarken, o toplumunun kültürel dokusunu nazar-ı itibare almak zorundadır.

​

DiÄŸer taraftan, hukuk metnine dönüÅŸen örf, adet ve gelenekler artık o dakikadan itibaren artık "kanun" olmuÅŸtur ve bu suretle ikinci bir nitelik kazanmıştır. Artık kamu otoritesinin destek verdiÄŸi ve aykırı davranışların "müeyyide" sinin bulunduÄŸu bir keyfiyete bürünmüÅŸtür. Dolayısıyla, daha önce yalnızca bir "örf-adet" olduÄŸu için halkın bir kısmı tarafından önemsenmemesi, deÄŸer verilmemesi ve uygulanmaması mümkün iken, kanun maddesi olarak yayınlandığı andan itibaren o ülkenin vatandaÅŸları içinde hiç kimsenin o konuda muhayyerlik hakkı kalmamıştır. Artık o "örf" deÄŸil "kanun"dur. Dolayısıyla halkın ona karşı yaklaşımı da bir "örf"e deÄŸil, bir "kanun" a yaklaşımı gibi olmalıdır.

​

Kanaatimiz odur ki, Ä°slam'ın "teslimiyet" boyutunu ihmal etmeyen akıl sahipleri için de, "Ä°lahi kelam"da kendisine yer bulan herhangi bir husus, -velev ki birileri tarafından Arap örfü olarak görülse de- nihai tahlilde artık Arap örfü deÄŸil, Ä°lahî bir emir ve hikmettir. BaÅŸka türlüsünün izahını yapmakta mazuruz.

​

Hz. Peygamberin yaÅŸadığı dönemin tarihselliÄŸine özgü birçok Arap örfünü, sırf Kur'an'da zikri geçtiÄŸi için bugüne taşımak gerekir. Çünkü artık bazılarının hala Arap örfü diye nitelemeye devam ettiÄŸi bu ayetler, bizim telakki tarzımıza göre Allah Kelamı'dır ve dolayısıyla Ä°lahi Hüküm hüviyetini almıştır.

​

“Arabî Arka Plan" Meselesi

Gelelim asıl meseleye, yani "Arabî arka plan" olarak sunulan meseleye... Ä°ÅŸte bütün problem zaten bu noktada düÄŸümlenmektedir. Evet, geliniz, bu düÄŸümü birlikte çözelim.

​

Müellif hiç sakınmadan ve çekinmeden "Bu noktada Arabî arka planı görmediÄŸimiz takdirde, mezkur ayetlerde çocuÄŸun emzirilmesi konusunda bir süre tayin edildiÄŸi düÅŸüncesiyle ÅŸer'î bir hüküm üretmemiz iÅŸten bile deÄŸildir." dedikten sonra "Nitekim anakronik yaklaşımın kaçınılmaz neticesi olarak, hamilelik ve süt emzirmeyle ilgili iki cümle üzerine ne gibi hükümler bina edildiÄŸini görmek için herhangi bir Türkçe tefsire bakmak yeterlidir." demesi, ÅŸayet bir üslup hatası ve kalem sürçmesi deÄŸilse, apaçık bir tenakuzdur. Zira birinci cümlede "ÅŸer'i hüküm üretmemiz" den bahsederken, sanki bu tür hükümlerin bulunmadığına iÅŸaret ediyormuÅŸ gibi yapıp, ikinci cümlede "zaten birçok hüküm bulunduÄŸunu", yani "zaten bu hükümlerin üretilmiÅŸ olduÄŸunu" belirtiyor.

​

DiÄŸer taraftan, yüce Allah bu tür hükümleri, müfessirlere veya fakihlere bırakmaksızın bizzat kendisi vaz etmiÅŸtir. Maalesef müellif, ya bu konudaki vukufsuzluÄŸu veya umursamazlığı sebebiyle, farkına varmadan çok büyük bir pot kırmış ve "süt" ile ilgili hükümleri "anakronik bir yaklaşım" diye ilan ederken, bininci kere haddini aÅŸmıştır.

​

Evet, konunun uzmanları bilirler ki "süt" konusundaki Ä°lahî hükümleri beyan etmek üzere, Kelamı ilahi'de çok sayıda müstakil ayeti kerime bulunmaktadır. Bazılarını aÅŸağıda naklediyoruz: 

"Analarınız, kızlarınız, kızkardeÅŸleriniz, halalarınız, teyzeleriniz, kardeÅŸ kızları, kızkardeÅŸ kızları, sizi emziren analarınız, süt bacılarınız, eÅŸlerinizin anaları, kendileriyle birleÅŸtiÄŸiniz eÅŸlerinizden olup evlerinizde bulunan üvey kızlarınız size haram kılındı."

​

"Emzirmeyi tamamlatmak isteyen (baba) için, anneler çocuklarını iki tam yıl emzirirler. Onların örfe uygun olarak beslenmesi ve giyimi baba tarafına aittir. Bir insan ancak gücü yettiÄŸinden sorumlu tutulur. Hiçbir anne, çocuÄŸu sebebiyle, hiçbir baba da çocuÄŸu yüzünden zarara uÄŸratılmamalıdır. Onun benzeri (nafaka temini) vâris üzerine de gerekir. EÄŸer ana ve baba birbiriyle görüÅŸerek ve karşılıklı anlaÅŸarak çocuÄŸu memeden kesmek isterlerse, kendilerine günah yoktur. Çocuklarınızı (süt anne tutup) emzirtmek istediÄŸiniz takdirde, süt anneye vermekte olduÄŸunuzu iyilikle teslim etmeniz ÅŸartıyla, üzerinize günah yoktur. Allah 'tan korkun. Bilin ki Allah, yapmakta olduklarınızı görür."

​

"(BoÅŸadığınız) O kadınları, gücünüz ölçüsünde oturduÄŸunuz yerin bir bölümünde oturtun ve onları sıkıştırıp evden çıkmaÄŸa zorla)mak için kendilerine zarar vermeÄŸe kalkışmayın. Åžâyet gebe iseler, yüklerini bırakıncaya kadar onların geçimini saÄŸlayın. Sonra sizin için (çocuÄŸunuzu) emzirirlerse onlara ücretlerini verin ve aranızda güzellikle konuÅŸup anlaşın. EÄŸer (anlaÅŸmakta) güçlük çekerseniz (o zaman) çocuÄŸu, baÅŸka bir kadın emzirecektir."

​

Bu ayeti kerimelerden hareketle bakınız, hangi hukuki sonuçlar tartışılmıştır:

  1. ÇocuÄŸunu emzirmekten imtina eden anne, hukuki yollardan çocuÄŸunu emzirmeye icbar edilebilir mi?

  2. EvliliÄŸi haram kılan süt hısımlığının ÅŸartları nelerdir?

  3. Sütün baÅŸka bir sıvı ile karışması halinde hüküm ne olur?

  4. Süt hısımlığının ispat yolları nelerdir?

 

Burada dört madde halinde sunduÄŸumuz bu konular orta ölçekli bir fıkıh ansiklopedisinin büyük boy baskısında yaklaşık yirmi sayfada özetlenmektedir.

​

DiÄŸer taraftan "süt" ile ilgili hükümleri "anakronik yaklaşımlar" olarak deÄŸerlendirenlerin, içinde süt ile ilgili hükümlerin de bulunduÄŸu ayeti kerimedeki diÄŸer hükümleri nasıl deÄŸerlendirdiklerini de merak ediyoruz. Nitekim bu ayeti kerimede yüce Allah Analarınız, kızlarınız, kızkardeÅŸleriniz, halalarınız, teyzeleriniz, kardeÅŸ kızları, kızkardeÅŸ kızlan, sizi emziren analarınız, süt hacılarınız, eÅŸlerinizin anaları, kendileriyle birleÅŸtiÄŸiniz eÅŸlerinizden olup evlerinizde bulunan üvey kızlarınız size haram kılındı." buyurmaktadır.

​

Yani bu ayeti kerimede sayılan kimselerle evlenmenin haram kılınması, süt ile ilgili ahkâmı anakronik bulanlara göre, tarihdışı mıdır, yoksa evrensel midir? Neden?

​

Evet neden? Neden kardeÅŸ kızlarıyla veya üvey kızlarla evlenmek haramdır? Bu ayette sayılanlarla evlenme yasağı getirilmesinin rasyonel bir açıklamasını yapabilecek bir kimse tanıyor musunuz? Niçin ensest iliÅŸki irrasyoneldir. Bu iliÅŸkiye girenler deli midirler? Akıllı insanlar bu tür iliÅŸkilere girmezler mi?

​

Daha basit bir soru soralım: EvliliÄŸin, yani kadın-erkek beraberliÄŸinin meÅŸruiyeti için nikâh akdi ÅŸart mıdır? Neden?

​

Nikâh akdini, kadın-erkek beraberliÄŸinin meÅŸru bir zeminde gerçekleÅŸmiÅŸ olmasının ön ÅŸartı olarak görme anlayışı, rasyonel bir tutum mudur, yoksa kültürel mi?

​

Günümüzde yaygınlaÅŸan kadın-erkek eÅŸitliÄŸi baÄŸlamında ödevler ve sorumluluklar kadınlar ve erkekler arasında paylaşılmıştır. Bu durumda nikâh akdi geçmiÅŸte olduÄŸu gibi kadının haklarını korumanın bir aracı olmaktan çıkmış gibidir. Veya en azından bazı kadınlar böyle bir koruma talep etmemektedirler. Peki, böyle bir durumda nikâhın hükmü ne olacaktır? Daha basitleÅŸtirerek soralım: Önümüze bir çift gelse ve "biz birbirimizle çok iyi anlaşıyoruz ve geleceÄŸe yönelik hiçbir beklenti içinde de deÄŸiliz. AnlaÅŸabildiÄŸimiz sürece nikâhsız olarak birlikte yaÅŸamak istiyoruz, dinimizce bunun bir sakıncası var mı?" diye sorsa, süt meselesi ile ilgili hükümleri anakronik bulan meslektaÅŸlarımız, acaba bu soruya ne cevap verirler? Gerçekten merak ediyoruz.

​

Bu deÄŸerlendirmeden sonra yukarıda zikrettiÄŸimiz "süt" ile ilgili hükümler üzerinden yürüyelim ve müellife ve onun gibi düÅŸünenlere ÅŸu soruyu yöneltelim: 

Efendim, "Burada bir kez daha belirtelim ki Kur'an tarihüstü mesajlar içeren tarihsel bir hitaptır." sözünüzden anlaşılıyor ki, "biz, bu hitabın kendisini deÄŸil mesajını alırız" demek istiyorsunuz. Sanıyoruz, bu meselenin mihverini teÅŸkil eden ana konu da budur.

​

Åžimdi soruyoruz: Bugüne kadar ki Kur'an anlayışımızın ve buna baÄŸlı olarak geliÅŸtirdiÄŸimiz din telakkimizin tabii bir neticesi olarak fıkıh kaynaklarımızda çok sayıda fıkhi mesele, Hitabı Ä°lahîden yola çıkarak hükme baÄŸlanmıştır. "Fıkhi hüküm" ÅŸeklinde fıkıh kaynaklarımızda yerini alan meselelerden biri de "Süt" konusudur.

​

Hitabı Ä°lahîyi tarihsel görüp mesajım evrensel sayan meslektaÅŸlarımız, acaba sadece ÅŸu "süt" konusundaki hukuki düzenleme hakkındaki görüÅŸlerini açıklarlar mı? Yani, mesajın evrenselliÄŸinden hareket etmek suretiyle bu konuyu ele alırsak yine de bu hükümlere baÄŸlı kalacak mıyız, yoksa onları toptan iptal mi edeceÄŸiz, ya da bazılarım iptal edeceÄŸiz ama bazılarım ibkâ mı edeceÄŸiz veya bazılarını iptal, bazılarım tashih, bazılarım da ibkâ mı edeceÄŸiz. Ve bu hükümler hangileri olacaktır?

 
Tarihüstü Tema: Ana-Babaya Ä°yi Davranmak

…Müellifin tarihüstü saydığı "Üçüncü tema ise ana-babaya iyi davranmak" tır.

​

Bundan sonra sıkça soracağımız bir soruyu bu münasebetle ilk defa bu vesile ile sormuÅŸ olalım: Sizce bu "iyi"nin, dolayısıyla "iyi davranış"ın belli bir ölçüsü var mıdır? Mesela modern insanın kafasındaki "iyi", maddi, fiziki bir ÅŸeydir ve buna göre söz gelimi ana-babasını iyi bir huzur evine yatırmışsa ve ücretini de ödüyorsa, onlara karşı çok iyi davrandığını düÅŸünebilir. Åžayet Kur'an'ın ve O'nu yorumu olan sahih Sünnet'in muhtelif vesilelerle dikkat çektiÄŸi birtakım erdemler ve ahlaki ilkeler, Arap örfü ve âdeti olarak dışlanırsa, onun yerine konulacak baÅŸka bir bilgi kaynağı da icad ve ihdas edilemezse, ana-babaya iyilik etmenin sınırları, yol ve yordamı nasıl tespit edilecektir? Bu mesele ÅŸayet insanların yetiÅŸme ÅŸartlarına ve onların sahip oldukları kültürel telakkiye bırakılacak olursa, yerli bir okuldan mezun olan genç adamla, ecnebi bir kolejden mezun olan arasında bile bu konuda ciddi anlayış farkları olduÄŸu görülecektir. Bu durumda neyin doÄŸru, iyi ve güzel olduÄŸuna, hangi davranışın da yanlış, kusurlu ve çirkin olduÄŸuna kim karar verecektir?

​

DiÄŸer taraftan belki bu mesele, yani ana-babaya iyi davranma, bütün peygamberlerin dikkat çektiÄŸi bir husus olması dolayısıyla müellifin ölçütlerine göre tarihüstü bir tema olarak görülebilir, ancak buna raÄŸmen biz bu meselenin Tarihin tüm uÄŸraklarında mevcut olan bir "mesele" olduÄŸunu iddia etmeyi aynı ölçüde mümkün görmüyoruz. Çünkü ÅŸayet bizim içinde yaÅŸadığımız çaÄŸ da "Tarihin uÄŸraklarından biri" sayılıyorsa, özellikle Batı dünyası ve modem düÅŸünce de bu "tarih"te önemli bir "uÄŸrak" ise, bu meselenin bugün çok farklı bir anlayışla ele alındığını biliyoruz. En azından modem düÅŸüncenin bu konuyu, hiç de peygamberlerin ele aldığı ÅŸekilde ele almadığından eminiz. Çünkü onların "evlat ve ebeveyn" telakkisi bizim bildiÄŸimiz ve alıştığımız tarzdan son derece farklı bir perspektif arz etmektedir.

​

Åžayet birileri çıkıp, burada anlatılanları tarihsel olay olarak sunar ve bize hitap etmediÄŸini söylemeye kalkışırsa, o zaman biz de ÅŸunu sorarız: Peki biz, bize hitap edecek bilgiyi veya mesajı nereden ve kimlerden bulacağız; ayrıca bize hitap ettiÄŸi söylenen mesajlarda tam olarak ne söylendiÄŸini nasıl kestireceÄŸiz?

​

Sözün özü, iyi davranışı, tarihüstü saymakla mesele çözülmüÅŸ olmamaktadır. Bu tespiti yaptıktan sonra "iyi" kavramının içinin adam gibi doldurulması gerekmektedir.

​

Müellifin tarihüstü tema olarak saydığı diÄŸer konular ise, "fakire yardım eli uzatmak, ahde vefa göstermek, insanlar arasında iyiliÄŸin hâkim kötülüÄŸün mahkûm olması için çalışmak, adalet ve hakkaniyet sahibi olmak gibi erdemlerdir. "

​

Cümlenin sonunda ki "gibi erdemlerdir" ifadesinden anlıyoruz ki bu sayılanlar örnek olarak zikredilmiÅŸtir; yoksa tarihüstü temaların tamamı deÄŸildir. KeÅŸke müellif bu belirsizliÄŸe fırsat vermeseydi ve bu noktayı kendisi netleÅŸtirseydi. 

​

Ä°yilik" ve "Kötülük" Nedir?

Müellife göre tarihüstü deÄŸerlerden biri de insanlar arasında iyiliÄŸin hâkim kötülüÄŸün mahkûm olması için çalışmaktır. Hiç kimsenin itiraz edemeyeceÄŸi bir biçimde ifade edilen bu mesele de aslında dışarıdan görüldüÄŸü kadar problemsiz deÄŸildir. Çünkü "iyiliÄŸin hâkim, kötülüÄŸün mahkûm olması" düÅŸüncesine hiç kimse itiraz edemez ama "iyilik" ve "kötülük" kavramlarının ne olduÄŸunu belirlemeye, yani tanımlarım yapmaya kalktığımızda, sanırım yaramızda çok az müttefik buluruz. Büyük çoÄŸunluÄŸun muhalefet cephesinde yer alacağından hiç kimsenin ÅŸüphesi olmasın. Kelam tarihimizde Hüsün-Kubuh meselesi olarak yerini alan bu konu, uzun asırlardır tartışılmış, hala da tartışılmaya devam edilmektedir. Ancak bütün bu tartışmalara raÄŸmen ÅŸu kadarını rahatlıkla söyleyebiliriz: Bizim inancımıza göre " Allah'ın emrettikleri iyi, yasakladıkları kötüdür." Yani "Ä°yi" ve kötü"nün belirlenmesinde, dolayısıyla "iyilik" ve "kötülük" kavramlarının tanımlanmasında Allah'ın emir ve yasaklan esas ölçüdür. Åžimdi bilileri çıkar da bu emir ve yasakları tarihsel olarak niteler, bu yüzden de "bize hitap etmeyen eski örfler" olarak ele alırsa, bizler iyilik ve kötülük telakkilerimizi nasıl oluÅŸturacağız.

​

İsterseniz şuradan başlayalım: Kadın erkek ilişkilerinde birtakım sınırlar olmalı mıdır? Cevabınız "evet" ise, o halde bu sınırlar nereden/nerelerden başlamalıdır.

​

Bu örnekleri bütün insan davranışlarına teÅŸmil ederek düÅŸününüz; o zaman çok vahim bir durumla karşı karşıya kaldığımız hakikatine, daha çabuk ulaÅŸmış olursunuz.

​

Bu hususun en tipik örneÄŸi, AB'ye uyum yasalan arasında çıkarılan ve zinanın suç olmadığını tescil eden düzenleme öncesi yaÅŸanan tartışmalardır. Bazı çevrelerin ÅŸiddetle karşı çıktığı ve büyük bir "ahlaksızlık ve iffetsizlik" olarak gördüÄŸü bu fiil, diÄŸer çevreler tarafından bir "özgürlük" problemi olarak ele alınmış ve mesele özgürlük savunmasına dönüÅŸtürülmüÅŸtür.

​

DoÄŸrusu sözün burasında zinanın suç sayılmasını tarihüstü olarak sunan müellife ve onun gibi düÅŸünenlere ÅŸunu sormak isteriz: tarihin bu uÄŸrak yerinde, yani bizim de içinde yaÅŸadığımız bu süreçte dünkü kadar gür sesli olarak zinanın ahlaksızlık ve iffetizlik olduÄŸunu haykırabilir misiniz? Cevabınız "evet" ise bunu, hangi gerekçe ile temellendirirsiniz?

​

“Adalet ve Hakkaniyet’'

En açık gözüken, ama en çetrefilli olan örnekler de bu sona kalmış olanlardır: "Adalet ve Hakkaniyet"

​

Ä°lk çaÄŸlardan günümüze kadar bu konu üzerinde kafa yoran filozof, siyasetçi ve hukuk adamlarının hala içinden çıkamadığı bir problemle karşı karşıyayız. Kimileri için son derece açık ve net gibi gözüken bu kavramlar, biraz yakından bakıldığı zaman hiç de öyle deÄŸildirler.

​

Evet, adalet kavramı her çaÄŸda büyüsünü korumuÅŸ ama adaletin ne olduÄŸu, hangi hukuk normlarıyla saÄŸlanabileceÄŸi, tabii/doÄŸal hukukun ne olduÄŸu, mevzu hukukun adaleti gerçekleÅŸtirip gerçekleÅŸtiremediÄŸi soruları, her dönemde cevap bekleyen sorular olmuÅŸtur.

​

Asıl problem, bu adaletin nasıl gerçekleÅŸeceÄŸi sorusunda düÄŸümlenmektedir. Hangi suça hangi cezayı verdiÄŸimiz zaman adaletle hükmetmiÅŸ oluruz; hangi cezayı verdiÄŸimiz veya vermediÄŸimiz zaman adalete aykırı davranmış oluruz.

​

Hz. Peygamber'in hazineden bir ziynet eÅŸyası çalan kadın hakkında elinin kesilmesine hükmettiÄŸine dair bir rivayet vardır. Bu rivayete göre, hırsızlık yapan kadının itibarlı bir aileye mensup olduÄŸunu söyleyen yakın çevresi, bu cezayı affetmesi için Hz. Peygambere, en sevdiÄŸi sahabelerinden Usame b. Zeyd'i göndermiÅŸlerdir. Bunun üzerine Hz. Peygamber'in yüzünün rengi deÄŸiÅŸmiÅŸ ve Üsame'ye ÅŸöyle söylemiÅŸtir: "Benimle Allah'ın hadlerinden biri hakkında mı konuÅŸuyorsun? Üsame de: Benim için maÄŸfiret dile ya Rasulallah' demiÅŸtir. AkÅŸam olunca da mescide, ashabına hitaben ÅŸu hutbeyi irad etmiÅŸtir:

"Ey Ashabım, ÅŸunu iyi bilin ki, Allah Teala, eski kavimleri, halkın arasında adalete riayet etmedikleri için periÅŸan ve helak etmiÅŸtir. Onlar, içlerinden itibarlı biri suç iÅŸlediÄŸi zaman ceza vermezlerdi; fakat zayıf biri aynı suçu iÅŸleyecek olsa bunun hakkında tereddüt etmeden cezasını tatbik ederlerdi. Allah'a yemin ederim ki, Muhammed'in kızı Fatıma da çalmış olsaydı, onun da elini keserdim."

​

Hz. Peygamber'in, o itibarlı kadının elini kesmekte gösterdiÄŸi ısrar, sıradan bir davranış olarak deÄŸerlendirilebilir mi? Sanırım bu soruya hiç kimse "evet" diyemez.

​

Åžimdi gelelim asıl soruya: Acaba Hz. Muhammed'e göre, bu suçun karşılığı olarak bu cezadan baÅŸka bir ceza takdir edilemez miydi? Åžayet edilmiÅŸ olsaydı, adalet gerçekleÅŸmemiÅŸ mi olurdu? Hz. Peygamber'in el kesme cezasındaki ısrarı bu yüzden miydi?

​

"Suçun cezasız kalmaması konusundaki ısrarı evrensel, bu cezanın el kesme biçiminde uygulanması tarihseldir." ÅŸeklinde gittikçe yaygınlaÅŸan kanaatin kaynağı nedir, bilemiyorum. Çünkü yukarıdaki hadisi ÅŸerifte Hz. Peygamber'in sadece suçluyu cezalandırmak için ısrarlı olmayıp, aynı zamanda elinin kesilmesi hususunda da aynı ÅŸekilde ısrar ettiÄŸini görmekteyiz. Zaten ÅŸefaatçi olarak gelenlerin bu suçluya hiçbir ceza verilmemesini talep ettiklerini düÅŸünemeyiz. Herhalde bu cezanın hafifletilmesini talep etmiÅŸ olmalıdırlar.

​

DiÄŸer taraftan bu cezaya "tarihsel" dememiz halinde Kur'an-ı Kerim'deki bütün muamelat ahkâmını tarihsel olarak niteleme mecburiyeti ile karşı karşıyla kalırız ki, bu da büyük sıkıntılara yol açar. Çünkü baÅŸta hırsızlık cezası olmak üzere birçok konuda hükmünü veren Allah Teala bu hükmü kendisine nispet etmek, dolayısıyla bu hükmün ilahiliÄŸini bir kere daha teyid etmiÅŸ olmaktadır. Nitekim hırsızlık suçunun cezasını düzenleyen ayeti kerimede ÅŸöyle buyurulmaktadır:

"Hırsızlık eden erkek ve kadının, yaptıklarına karşılık Allah 'dan bir ceza olarak ellerini kesin. Allah daima üstündür, hikmet sahibidir.”

​

Evet, ayeti kerime bu kadar sarih bir beyanla gelmiÅŸtir. Böylesine açık bir beyanı yok saymak, ona itibar etmemek ve sanki ortada bir boÅŸluk varmış gibi kiÅŸisel düÅŸüncelerimizle o boÅŸluÄŸu doldurmaya kalkışmak, ne derece isabetli bir davranış olur?

​

Bu örnekleri çoÄŸaltabiliriz ve diÄŸer suçlara tatbik edilen cezalara da teÅŸmil edebiliriz.

​

Mesela daha dün denecek kadar yakın bir tarihte "zina" fiili, mevzu hukukta suç sayılırken, failleri de cezalandırılırken, ÅŸimdilerde bu fiilin suç sayılmaması, hukuk ideali veya ideal hukuk açısından birtakım istifhamlara yol açmaz mı? Acaba insan denen bu varlık nasıl bir deÄŸiÅŸim yaÅŸadı ki, onunla ilgili bir hukuk hükmü böylesine büyük bir deÄŸiÅŸikliÄŸe uÄŸradı. Bu duruma göre bu hükümlerden hangisi adildir, hangisi deÄŸildir?

​

Kısaca "ahlak, hukuk, hak" demekle de mesele bitmemekte, belki yeni baÅŸlamış olmaktadır. Ahlakın tanımı, sınırlan, dayanakları, neyin ahlakî olduÄŸu, neyin olmadığının belirlenmesi daha önemli bir problemdir. Adalet ve hakkaniyet de öyledir. Bu kavramların içleri doldurulmadan, sadece adlarının zikredilmesi, hiçbir anlam ifade etmez.

​

sevketkotan.png

​

Åževket Kotan'ın'ın Kur'an ve Tarihselcilik (Beyan:2011) adlı kitabından kısaltılarak alınmıştır.

Arap Dili Ä°le Ä°ndirilmesi 

Kur'an, vahyin Arapça olarak inzal edildiÄŸini birçok kez vurgulamıştır. Yine Kur'an, eÄŸer vahiy Arapların dilinde deÄŸil de yabancı bir dilde indirilmiÅŸ olsaydı, bunun ÅŸiddetli itiraza neden olacağını belirtmektedir. Dolayısıyla dilsel özelliklerden yola çıkılarak, Kur'an'ın tarihselliÄŸi sonucuna varılamaz. Burada tersinden bir soru olarak “Kur'an nasıl bir dil kullansaydı tarihsel olmazdı” sorusu sorulabilir ve böyle bir sorunun cevabı ise hiçbir zaman verilemez. Çünkü acaba günün Arapları tarafından istihdam edildiÄŸi halde kullanılmayan evrensel bir dil mi varsayılıyor?

​

Ayrıca, yukarıdaki iki ayetten bu kadar bahsedilmesini bile, Kur'an'la ilgili tarihselci iddianın bu iddiaya gerekçe arama iÅŸtiyakına baÄŸlamadan geçmemek gerekiyor. Gerçekten de asırlar önce Arabistan yarımadasındaki insanlara hitap etmiÅŸ, fakat kendisini de ilgilendirdiÄŸine dair peÅŸin bir yargıya sahip hangi ümmi Müslümana bu ayetler gösterildiÄŸinde bunlardan gerçekten de “atlar hazırlaması” gerektiÄŸini ve “küfredenlerle karşılaÅŸtığında boyunlarını vurması" gerektiÄŸini düÅŸünebilir? Ä°nsanın tarihsel boyutunun kendiliÄŸinden iÅŸlediÄŸini, dolayısıyla bunun için ayrıca bir iÅŸlem yapılmasının neredeyse zaid olduÄŸunu görmenin yeri tam da burası deÄŸil midir?

​

Kur'an'ın kullanmış olduÄŸu dilin bazı ifade özelliklerini gerekçe göstererek, Kur'an'ın koyduÄŸu hükümlerin tarihsel olduklarını ileri sürmek, bilimsel bir deÄŸer ifade etmez. Çünkü biraz önce örnek olarak verilen iki ayetteki manalar, dilsel imkânlar açısından ancak öyle ya da benzeri ifadelerle ifade edilebilirdi; baÅŸka türlü ifade edilemezdi. Ancak, sözgelimi miras ya da benzeri bir konuda konulan hükmün yerine baÅŸka bir hükmün konulması pekalâ imkân dahilindeydi. Bu konularda imkân bulunduÄŸu halde, baÅŸka bir hüküm yerine o hükümler konulmuÅŸtur. Halbuki imkân dahilinde olan, imkân dahilinde olmayanla kıyas yapılarak bir sonuca varılmak istenmektedir ki, böyle bir kıyas ise, bilindiÄŸi gibi, usûl tekniÄŸi açısından geçersizdir.

​

Arap Toplumunda Olmayan Yeni Hükümler Konulması

Kur'an'ın, hükümlerini belirlerken beÅŸer takatının üzerindeki imkânsızlıklar hariç, hiçbir komplekse kapılmadan hareket ettiÄŸi ve günün ÅŸartlarında imkânsız gibi görünen deÄŸiÅŸiklikleri talep ettiÄŸi, oldukça belirgindir. O, bir “din" getirmiÅŸtir ve bu dini beyan etmektedir.

​

Mesela cahiliye Araplarında, Kur'an'ın evlenilmesini yasakladığı kadınların birçoÄŸu zaten haram olduÄŸu halde, Kur'an buna hiç itibar etmeyerek hükmünü yeni baÅŸtan koymuÅŸtur:

"Sizlere anneleriniz, kızlarınız, kızkardeÅŸleriniz, halalarınız, teyzeleriniz, erkek kardeÅŸlerin kızları, kız kardeÅŸlerin kızları, sizi emziren süt anneleriniz, süt kızkardeÅŸleriniz, kadınlarınızın anneleri ve kendileriyle gerdeÄŸe girdiÄŸiniz kadınlarınızdan olup koruyuculuÄŸunuz altında bulunan üvey kızlarınız, -onlarla gerdeÄŸe girmemiÅŸseniz, size bir sakınca yoktur. Sizin sülbünüzden olan oÄŸullarınızın eÅŸleri ve iki kız kardeÅŸi bir araya getirdiÄŸiniz evlilik haram kılındı.”

​

Cahiliye döneminde, bu ayette zikredilen kadınlarla üvey anne ve iki kız kardeÅŸle birlikte evlenme durumu hariç diÄŸer hepsiyle evlenmek zaten haramdı. Kaldı ki üvey anne ve iki kız kardeÅŸle birlikte evlenmek de hoÅŸ karşılanmıyordu ve bu tür evlilikler nadirdi. Ama yukarıda deÄŸinildiÄŸi gibi, Kur'an hükmünü yeni baÅŸtan koyuyordu.

​

DiÄŸer taraftan onun, kabullenilmesi çok zor olan hükümlerini de koymaktan çekinmediÄŸi görülmektedir. Mesela Hz. Peygamberi çok zor duruma düÅŸüreceÄŸi belliyken, evlatlık geleneÄŸini kaldırmış ve bu meyanda Hz. Zeyneb’in Hz. Peygamber'le evlenmesini salık vermiÅŸtir. Yine aynı ÅŸekilde o günkü iktisadı hayatta önemli bir yeri olduÄŸu halde “riba”yı yasaklamaktan çekinmemiÅŸtir. Faizi iman ile irtibatlandırmış, tekrar faize geri dönecek olanların ebediyen cehennemde kalacaklarını bildirmiÅŸ; ayrıca faizi terk etmemenin Allah’a ve elçisine savaÅŸ açmakla bir olacağını vurgulamıştır. Faizle ilgili Kur’an ifadeleri, faiz hükmünün tarihsel bir hüküm olmadığını göstermektedir. Çünkü tarihsel bir yasaÄŸa riayet etmemenin cezasının "ebediyen cehennem” olmasının ve bu riayetsizliÄŸin Allah ve elçisine savaÅŸ açmak olacağını bildirmenin izahı imkânsız olsa gerek. Bildirilen ilahı hükümlerin kabul edilmemeleri ya da uygulamaktan kaçınılması durumunda bu tür ÅŸiddetli ikazların yapılmış olması, Kur'an'da az rastlanılan bir husus deÄŸildir. 

bottom of page