Arayan İnsan
İslam'a Giriş
Kötülük Problemi
Prof.Dr.Cafer Yaran'ın Kötülük ve Teodise (Vadi: 1997) adlı kitabından kısaltılarak alınmıştır.
Hayatında, az veya çok umduğu gibi olmayan şeylerle ve istediği gibi gitmeyen olaylar ve olgularla karşılaşmayan ve hatta zaman zaman kendi başına gelen veya başkasında gözlediği bir hadise karşısında duygu ve düşüncelerini, "bu bir kötülük, bir zulüm, bir ıstırap" gibi kavramlarla ifade etmek durumunda kalmayan bir insan, herhalde çok azdır.
Tek tek bireylerin yaşamına giren acı hatıralar bir yana, büyük kitleler halinde insanoğlunun karşılaştığı deyim yerindeyse acı ve kederler tarihi ve edebiyatının kimi örnekleri, çoğu insanın öğrendiği ve hafızasında tuttuğu ilk tarihsel bilgiler arasında yer aldığı gibi, bugünün yazılı ve sözlü iletişim araçları için de en güncel ve çarpıcı haber kaynaklarını oluşturmaktadır.
Batı din felsefesinin bu tür literatüründe en fazla gönderme yapılan örnek olaylar, Lizbon depremi veya Nazi zulmü gibi geçmişte yaşanan olaylardır.
Yaşanılan çeşitli acılar ve sıkıntılar olsun, onlara sebep olan depremler, seller gibi doğal afetler veya şiddet ve zulüm gibi insan kaynaklı kötülükler olsun, hemen hemen her insana az ya da çok dokunduğu gibi, onları ister istemez birtakım duygu ve düşüncelere de sevk etmektedir. Bir afet veya zulümle karşılaşan insan bir yandan sözgelimi tıbbi veya hukuki yollarla bundan kurtulmaya çalışırken öte yandan da çoğu kez 'neden bu olaylar başıma/başımıza geldi' merkezli zihinsel bir sorgulama, açıklama getirme ve anlam bulma çabası içine girebilmektedir.
Sözgelimi, lösemiden muzdarip bir çocuk gören birisi, olaya iki açıdan bakıp söyle düşünebilmektedir:
"Olayı doğal açıdan ele aldığımızda, her şey olgusal neden ve sonuç zincirinde yerli yerine oturuyor; bize de hekimlerin gayretinin semeresini beklemekten ve kederimizle baş başa kalmaktan başka yapılacak bir şey bırakmıyor. Fakat ilahi adalet açısından düşündüğümde, bu acı durumu hiçbir tanrısal nedenle izah edemiyorum."
İnanan birçok kişi, aklına gelen bu tür soruları, kronik bir şüpheye yol açacak bir boyuta ulaşmadan, kendi aklını ve vicdanını tatmin edecek şekilde çözebilir. Ancak dinler tarihi ve felsefe tarihi göstermektedir ki bu herkes için böyle olmamaktadır. Evrendeki acılar ve kederler karşısında, iyi bir Tanrı'nın var olduğundan şüpheye düşen, hatta bu yüzden onun varlığını yadsıyan azımsanamayacak sayıda insan vardır.
Sorunun Tarihsel Arkaplanı
Çok yalın bir ifadeyle, 'evrendeki kötülüklerin iyi bir Tanrı ile bağdaşmadığı' savı ekseni etrafında dolaşan 'kötülük problemi' oldukça eskilere gitmektedir. Onu mantıksal bir kanıt olarak ilk defa formülleştirenin Epicurus (ö. M.Ö. 270) olduğu söylenir.
Epicurus'ün bu formulasyonu, kötülük problemi konusunu enine boyuna irdeleyen filozofların başında gelen onsekizinci yüzyıl İngiliz filozofu David Hume (ö. 1776) tarafından daha net bir ifadeye büründürülerek yinelenir ve ısrarlı bir biçimde savunulur:
"Tanrı, kötülüğü önlemek istiyor da önleyemiyor mu? Öyleyse o güçsüzdür. Önleyebiliyor, ama önlemek mi istemiyor? Öyleyse o kötü niyetlidir. Hem önleyebiliyor hem de önlemek mi istiyor? Öyleyse kötülük nereden geliyor?"
Kötülük Türleri
Fiziksel Kötülük
Doğal kötülük, hastalık yapan bakteriler, depremler, fırtınalar, kuraklıklar, kasırgalar ve benzeri durumlarda, insan eylemlerinden bağımsız olarak meydana gelen kötülüktür.
McCloskey fiziksel kötülüğün alanını oldukça geniş tutar. Ona göre, doğal afetler ve onların akabinde insanlara dokunan acı ve kederler, insanlara çeşitli acıları çektirdikten sonra onları ölüme götüren hastalıklar, çoğu kişinin daha doğarken beraberinde getirdiği fiziksel ve ruhsal özürler yanında, çöller, buzlarla kaplı alanlar ve avlanarak beslenen tehlikeli etçil hayvanlar da fiziksel kötülük olarak sayılmalıdır.
Çağdaş Batı kötülük problemi literatüründe fiziksel kötülükler ile ilgili somut bir çarpıcı örnek verilmek istendiğinde, genellikle Lizbon depreminden bahsedilir. 1 Kasım 1755 tarihinde, saat 9:40'ta korkunç bir deprem Lizbon şehrini altüst eder. Richter ölçeğine göre 9 şiddetinde olduğu tahmin edilen, kayıtlı tarihteki bilinen en kötü deprem olarak belirtilen bu depremde, sadece Lizbon'da yaklaşık 40.000 insanın öldüğü iddia edilir. Felaketin günü ve saati önemlidir: O, Azizler Gününde, Lizbon kiliselerinin tıka basa dolu olduğu sabah ortası bir saatte olmuştu. Anlatıldığına göre, ilk anda kiliselerde ölmeyenler de ardarda gelen sarsıntılarda ve her yeri yakan büyük yangında öldüler. Yıkılan binalardan uzakta, limanda bir sığınak arayanlarsa gelgit dalgalarınca yutuldular. Bu deprem daha sonra gelen Batılı entellektüel kuşaklar üzerinde derin bir etki yapmış ve felsefi optimizmin çöküşünün hızlanmasında rol oynamıştır.
Ahlaki Kötülük
Ahlaki kötülük, biz insanların meydana getirdiği kötülüktür. Acımasız, adaletsiz, ahlaksız ve sapık düşünceler ve eylemlerdir.
Kötülük Probleminin Varyasyonları
Mantıksal Kötülük Problemi
Kötülük probleminin mantıksal versiyonunu öne sürenler, Tanrı ve kötülük ile ilgili belli bazı teistik inançlar ve kabuller arasında mantıksal bir tutarsızlığın veya çelişkinin olduğunu iddia ederler.
-
Tanrı her şeye gücü yetendir.
-
Tanrı tamamen iyidir.
-
Kötülük vardır.
Tartışma konusu önermeler geçici olarak ikiye indirilebilir:
-
Tanrı her şeye gücü yeten ve tamamen iyi olandır.
-
Kötülük vardır.
Zorunlu olarak doğru olduğu varsayılan anahtar konumundaki bir önerme, "iyi bir her şeye gücü yeten, kötülükleri tamamen elimine eder" önermesidir.
[Buna yapılan itiraz ise şu şekildedir: Tanrı,] kötülük içeren bir evren yaratır ve böyle yapmak için iyi bir nedeni vardır.
Bu neden iki yolla gösterilebilir. Birincisinde, Tanrı'nın kötülüğe izin vermekte iyi bir nedeninin olmasının imkanı üzerinde durulurken; İkincisinde, kötülüğe izin vermesine yol açan bu nedenin tam olarak ne olduğu belirlenmeye çalışılıp bunun iyi bir neden olduğu gösterilmeye uğraşılar.
Tanrı özgür yaratıklar yaratabilir, fakat onların sadece doğru olanı yapmalarına neden olmaz veya karar vermez. Zira eğer öyle yaparsa, o zaman her şeye rağmen onlar özgür değillerdir; doğru olanı özgürce yapmazlar. O halde, ahlaki iyilik yapabilen yaratıklar yaratmak için O, ahlaki kötülük yapabilen yaratıklar yaratmalıdır. O bu yaratıklara hem kötülük yapma özgürlüğü verirken hem de aynı zamanda onların böyle yapmasına engel olmaz.
Tanrının yarattığı özgür yaratıklardan bazıları özgürlüklerini kullanırken yanlış yola sapmışlardır; ahlaki kötülüğün kaynağı budur. Ne var ki özgür yaratıkların bazen yanlış yola sapması olgusu, ne Tanrı'nın her şeye gücü yetmesine ne de Onun iyiliğine karşı sayılır; zira O ahlaki kötülüğün meydana gelişini ancak ahlaki iyilik imkanını da ortadan kaldırarak engelleyebilirdi.
Özgür irade savunucuları, Tanrı'nın, kudret ve iyilik sahibi olmakla birlikte, bu sıfatlarıyla çelişmeden kötülüğe izin vermesinin onlarla bağdaşır ve yakışır bir nedeninin olabileceğini savunmaktalar. Onlara göre bu olası neden, Tanrı'nın, insanların özgür olmasına yönelik muradıydı. Özgürlükse, böyle yaratıklara, kötülük yapabilme kapısının da açık bırakılmasını gerektiriyordu. Tanrı da bir olasılıkla böyle yaptı ve sonuçta ahlaki kötülükler ortaya çıktı. Ama sözü edilen nedenden ötürü, bu kötülükte, Tanrının kudretiyle de iyiliğiyle de çelişen bir şey yoktur.
Özgürlük olacaksa kötülük kaçınılmaz gözükmektedir. Ama burada yine de en az iki soru akla gelmektedir.
Birinci olarak, kötülükler, kabul edelim ki özgürlük için gerekliydi; bu yüzden de var edildi veya var olmasına izin verildi. Peki ama özgürlüğün kendisi ne için gerekliydi? Başka bir deyişle, özgürlük, uğruna çekilen acı ve sıkıntıları mazur gösterecek kadar değerli mi? Onu bu kadar değerli kılan ne? Özgürlük için de olsa değer miydi bunca kötülüğe Tanrı'nın izin vermesine ve bunca ıstırabı kulların çekmesine? Özgürlük, kötülüğün adil bir bedeli olacak kadar büyük bir değer ve nimet mi?
İkinci olarak da özgürlüğün mazur gösterebileceği kötülük, özgür insanların kendi özgür iradeleriyle yaptıkları kötülüktür, yani ahlaki kötülük dediğimiz kötülük çeşididir. Oysa bir de insan karar ve eylemleriyle alakası olmayan fiziksel kötülükler vardır. Depremlerin, sellerin ve benzerlerinin insan iradesiyle bir alakası gözükmediğine göre bunlara ne diyebilir özgür irade savunması?
Yukarıda sorulan ilk soru pek sorulmamakta, literatürde üzerinde pek durulmamaktadır. Bize öyle geliyor ki, özgürlük için kötülük gerekli miydi değil miydi sorusu ve tartışmasından daha önemli ama cevabı daha da zor olan soru budur. Zira özgürlük için kötülüğün en azından potansiyel olarak var olması gerektiği pek kapalı bir konu değildir. Oysa madem ki beraberinde bir miktar kötülüğün bulunması kaçınılmazsa, o halde bu özgürlük lütfedilmeye veya istenilmeye değer mi sorusuna cevap vermek daha zordur; ama konuyla da doğrudan ilişkilidir. Ne var ki bu soru tümüyle nesnel olarak cevaplanabilecek bir soru değildir. Özgürlüğün çekilen ıstıraba değip değmediğine kişiler kendi karar verebilir. Ancak şurası bir parça açıktır ki insanların çoğu için özgürlük gerçekten değerlidir. Nitekim o, insanı öteki varlıklardan ayıran belki de tek özelliktir.
Delilci Kötülük Problemi
Kötülük problemini teizme karşı somut bir kanıt olarak kullanan eleştiricilerin hepsi kötülük ile teistik Tanrı inancı arasında bir tutarsızlık olduğu iddiasında bulunmaz. Bir kısım eleştiriciler, kötülüğün Tanrı inancını mantıken imkânsız kılmayabileceğim teistlerle birlikte kabul etmektedirler.
Ne var ki kötülük veya kötülüğün miktarı, onlara göre, Tanrı'nın varlığını imkânsız yapmamakla birlikte, onu olasılık dışı, gayri muhtemel veya makul olmayan bir inanç haline getirmektedir. Bu şekilde görece daha mütevazı bir iddiayla formüle edilen kötülük problemine, “delilci kötülük problemi” deniyor. "Buradaki itiraz teizmin tutarsız olduğu değildir, fakat onun makul olmadığıdır. Mantıksal versiyonun aksine, kesin kanıtlama iddiasında olmayan bir versiyondur.
Delilici versiyonun sıkça referans gösterilen bir biçimi, James Cornman ve Keith Lehrer'in eserinde görülür. Onlara göre de gerçek dünyada bulduğumuz kötülüğün varlığı ile Tanrının varlığı mantıksal olarak çelişik değildir; bu iki yargı birbiriyle tutarlılık içinde bulunabilir. Evrendeki kötülüğün varlığı verildiğinde, Tanrının varlığı, mantıksal bir zorunlulukla yanlışlanmasa da makul bir olasılık olmaktan çıkmakta, gayri muhtemel olmaktadır.
Eğer her yönüyle iyi, her şeyi bilen ve her-şeye-gücü-yeten biri olsaydınız ve içinde mutlu ve üzgün olan; hazdan hoşlanan; acıyı hisseden; sevgi, öfke, merhamet, nefret ifade eden duygulu varlıkların bulunduğu bir evren yaratacak olsaydınız, ne çeşit bir dünya yaratırdınız? Besbelli ki, mümkün dünyaların en iyisini, yani mümkün olan en az miktarda kötülük içeren dünyayı yaratırdınız. Bu dünyadaki ıstırap ve acıdan doğan kötülüğün bu dünyayı Tanrının yarattığını düşünen herhangi biri için nasıl bir sorun olduğunu anlamaya başlamalısın; o zaman da öyle görünüyor ki, onun Tanrı diye isimlendirdiğimiz bir şey tarafında yaratılması ve yönetilmesinin muhtemel olmadığı sonucuna ulaşmalıyız.
Görüldüğü gibi bu kanıtta Tanrı inancının mantıken tutarsızlığından ve imkansızlığından değil, böyle bir Tanrı'nın var olmasının 'muhtemel olmadığı', hatta daha da mütevazı ve öznel bir ifadeyle 'muhtemel gibi gözükmediği' iddiasında bulunuluyor. Bu sonuca dair ifadeleri de bir mantıksal kanıttaki öncüller ve sonuç arasında bulunan zorunlu ilişkiye değil, dış dünyadaki somut kötülük olgusuna dayandırıyor.
Bu iddiaları daha nesnel ve somut bir kanıt haline getirirsek şu önermelerle karşılaşırız:
-
Tanrı, her yönüyle iyi, her şeyi bilen ve her şeye gücü yeten ise, mantıken mümkün olan dünyaların en iyisini yaratır.
-
İçinde yaşadığımız bu dünya, mantıken mümkün olan dünyaların en iyisi gibi gözükmüyor.
-
O halde, bu durumdaki bir dünyayı, her-yönüyle-iyi, her-şeyi-bilen, her-şeye-gücü-yeten bir Tanrının yaratmış olması muhtemel gözükmemektedir.
İnsan yalnızca iki özelliğini, hadi ötekini de ekleyelim, sadece üç özelliğini bilerek bir varlığın nasıl bir eser ortaya koyacağına kesin bir biçimde karar verebilir mi?' Bu iki veya uç özellik, her şeyi bilme, her şeye gücü yetme ve her şeyiyle iyi olmadır. Bunları biliyoruz; fakat böyle bir varlığın nasıl bir eser ortaya koyacağını tartışıyoruz. Yazarlar savunuyor ki, böyle bir varlığın nasıl bir eser ortaya koyacağım biz bu iki veya üç özelliğe dayalı olarak açıkça, besbelli bir biçimde biliriz: Bu, mümkün olan dünyaların en iyisidir.
İddialı bir analoji olsun diye değil, anlaşılmayı kolaylaştırsın diye şöyle bir örnek verilebilir. Bilgisinden, yeteneğinden, gücünden, sahip olduğu teknik imkanlardan emin olduğunuz bir ünlü ressamın, uzaktan resim yapmakta olduğunu görüyorsunuz. Onun bilgisi ve gücüne ilişkin bilgilerinize dayanarak, bu resmin, mümkün olan ya da en azından onun yapması mümkün olan en mükemmel resim olduğuna kesin karar veriyorsunuz. Sonra o yokken resme yaklaşıp bakıyorsunuz ve pek de öngördüğünüz şekilde mükemmel olmadığına tanık oluyorsunuz. Bu durumda, 'yanılmışım, bu hiç te mükemmel bir sanatçı değilmiş' diyebilir misiniz? Bu, yetersiz kanıtlara dayalı olarak verilmiş aceleci ve yanlış bir hüküm olurdu. Çünkü, birinci olarak, ressamın bu resimden ne amaçladığını bilmiyoruz. Belki bunu, sözgelimi, yeni öğrencilerine basit bir örnek olsun diye yapmaktadır veya belki yoksul bir müşterisi için onun imkanlarına uygun bir resim yaparak onun da gönlünü hoş tutmak için yapıyor olmuş olabilir. Bu ve benzeri, farklı amaçlar onun farklı mükemmeliyet düzeyinde eserler ortaya koymasına yol açmış olabilir.
Tanrının bu evreni yaratmaktaki muradı veya amacı hesaba katılmaksızın, sadece onun bilgi, güç ve iyiliğine dayalı olarak, mümkün evrenlerin en iyisini yaratması gerektiğine hükmolunmaktadır. Oysa, Tanrı'nın bilgi, güç ve iyilik sahibi olması, onun eseri sayılan bu evrenin bilhassa içinde bulunduğu her anda mümkün veya hayal edilebilir evrenlerin en iyisi olmasını gerektirmediği gibi, dünyanın şu anki halinin kötülükler içermesi, mahlukatın her zaman kötülükler içereceği anlamını taşımaz. Tanrı, mutlak bilgi, güç ve iyilik sahibi olmasına rağmen, bu evreni, başka bir deyişle mahlukatın bu dünyadaki evresini kendi ilahi muradı ve hikmetine göre, kudretinin yaratabileceği mümkün olan en mükemmel evrenden daha az mükemmellik durumunda yaratmış olabilir.
O halde, yukarıdaki kanıtta belirtildiği gibi, bir insanın, 'ben her şeye gücü yeten, her şeyi bilen, iyi biri olsaydım böyle bir dünya yaratmazdım' diye düşünerek Tanrı'nın olamayacağı kanaatine varması, Tanrı'nın bu dünyayı yaratmaktaki niyeti ve bu dünyada görülen yaratılış sürecinin ileride nasıl bir şekil alacağı bilinmediği sürece, son derece dayanaksız ve yanıltıcı bir yargı olurdu.
Cornman ve Lehrer'in delilci kötülük problemi versiyonunun, en azından onların kullandığı kanıtlama dizgesi içinde kalındığında, akli gerekçelerden çok hislere ve hayale dayanarak Tanrı'nın yokluğu konusunda karara varmayı ön plana çıkardığı; ama bunda da pek ikna edici olmadığı söylenebilir.
Delilci versiyonun bir başka güçlü savunucusu olan William L. Rowe'a göre, delilci kötülük problemi, "dünyamızdaki kötülüğün çeşitliliği ve bolluğunun, belki Tanrının varlığı ile mantıken tutarsız değilse de yine de teistik Tanrı'nın var olmadığı inancı için rasyonel destek sağladığını savunan" bir kötülük problemi biçimidir.
Burada kötülüğün herhangi bir miktarı değil, çok çeşitli ve bol miktarda oluşu, sorunun kaynağı ve kanıtın gücü olarak öne sürülmektedir.
Yukarıda gördüğümüz gibi, ateist iddiaların çoğu, 'dünyada gereğinden fazla kötülüğün bulunduğu' düşüncesi çevresinde dönüp dolaşmaktadır. Her şeyden önce bu 'gereğinden fazla' sözü, oldukça üstü kapalı bir sözdür.
Kötülük probleminin ateistik açıdan önde gelen savunucularından McCloskey'e göre, dünyadaki iyilikler ve kötülükler arasında bir karşılaştırma yapmak, makul olmayan bir cürette bulunmak değildir. Nitekim o, bu görüşünü yansıtan şu iddialarda bulunur:
Ne var ki, insanlığın çok büyük bir kısmının yetersiz beslenmesi ve barınması ile yeterli tıp ve sağlık hizmetlerinden yoksun olması nedeniyle, şu anda fiziksel kötülüklerin fiziksel iyilikler üzerine galip geldiğini varsaymak, makul olmayan bir zanda bulunmak değildir. Sözünü ettiğimiz gerçekler ışığında, bunun, Joyce'un üstü kapalı olarak söylediği, daha tedbirsiz teistlerinse açıkça öne sürdüğü sonuçtan, yani, dünyadaki fiziksel iyiliklerin aslında fiziksel kötülüklere ağır bastığı sonucundan çok daha makul bir sonuç olduğu görülüyor.
Her şeyden önce, dünyanın toplam kaynakları yeryüzündeki tüm insanları beslemek, barındırmak vs. için yeterli olduğu sürece, bazı insanların bunları yeterince elde edememesine dayalı olarak, dünyada fiziksel kötülüklerin üstün bir biçimde fiziksel iyiliklere egemen olduğu, makul bir biçimde iddia edilemez. Çünkü bu insanların durumunun nedeni gerçekten fiziksel yetersizlik ve böylece ortaya çıkan fiziksel veya doğal kötülük değildir. Dünyanın doğal besin kaynakları, üzerinde yaşayanlara yetecek miktarda değil midir? Global düzeyde doğal kaynak eksikliği var mı? Eğer bu soruların doğru cevapları 'evet' ise, ortada gerçek bir fiziksel kötülük üstünlüğü ve ciddi bir kötülük problemi var demektir. Fakat gerçekte durum böyle gözükmemektedir. Gıda üzerine yazılmış bilimsel araştırmalara göre, "aşırı tüketime izin verildiğinde bile, global düzeyde yiyecek tedarikinde doğrusu hiçbir sıkıntı yoktur." O halde özellikle Afrika'daki zenci bebeklerin maruz kaldığı açlıklar ve büyük kıtlıklar neden?" diye sorulursa, cevap veya cevaplardan başta geleni, "Bu kıtlıkları kolonicilik yaratmıştır" şeklindedir Kolonicilik ana nedeninin yanında, ondan bağımsız veya onun türevleri olan, yerel kötü yönetimler, sivil savaşlar, kimileri hayatta kalabilmek için gerekli olan miktarı bulamazken kimilerinin ölümüne aşırı tüketimlerine yol açan ve izin veren adil olmayan bir dağıtım ve paylaşım sistemi, tembelleştirici ve uyuşturucu bir zihniyetin toplumsal düzeyde egemenliği gibi pek çok neden, fazlasıyla yeterli olan fiziksel kaynakların, bazı insanlar için elde edilebilir olmamasına yol açmaktadır. Nitekim, "Dünya insanlarının kaba bir hesapla üçte ikisi, dünya gelirinin sadece yaklaşık yüzde sekizini kullanarak, az gelişmiş ülkelerde yaşarken; çok gelişmiş uluslardaki toplam nüfusun yüzde 20'si, dünya gelirinin, yarısı ABD'ye gitmek üzere -yaklaşık yüzde 60'ını paylaşmaktadır." Bu durumda sözü edilen türden kötülüğün nedeninin öne sürüldüğü gibi doğa değil insanların yanlış kararları ve uygulamaları olduğu anlaşılmaktadır. Başka bir deyişle, dünyada yaşanan açlık ve kıtlıklar aslında McCloskey'in iddiasının aksine fiziksel değil moral kötülüklerdir. O halde bu olgular tabiatta kötülüğün egemen olduğunun kanıtı olarak gösterilemezler.
İkinci olarak, McCioskey'in tasvirinin, bir dereceye kadar elbette doğru olmakla birlikte, gerçeği olduğu kadarıyla değil aşırı bir abartıyla ifade ettiği görülmektedir. Onun belirttiği zorluklarla karşılaşanlar "insanlığın çok büyük bir kısmı" değildir. Yetersiz beslenen, barınan ve yeterli tıp ve sağlık hizmetleri alamayanlar insanların çoğunluğu değildir; azınlığıdır. İnsanların ne kadarı yeterince gıda alabilirken ne kadarının yetersiz beslendiğine istatistikler ışığında bakalım. Dengenin yeterince beslenebilenler tarafında ağır bastığı görülüyor. Örneğin, "1974-76’da toplam 436 milyon yeterince beslenmemiş kişi vardı" ve bu insanların sayısı McCioskey'in yukarıdaki pesimist tahminlerde bulunduğu 1960'lı yılların başlarında yüzde 20 daha azdı. Zira "1970'lerin ortalarına doğru uzanan on yıldan fazla bir zamanda yeterince beslenmemiş insanların tahmini sayısı yüzde yirmiden çok daha fazla bir oranda artmıştır." İşte daha da açık istatistikler. "Dünya nüfusunun 1980'deki yaklaşık 4.4 milyardan 2000 yılında 6.2 milyara yükselmesi tasarlanırken, 2000 yılında daha optimistik bir senaryoya göre, "260 milyon yeterince beslenmemiş kişi olacağı", daha az optimistik senaryoya göre ise "390 milyon insanın yeterince beslenmemiş olacağı tahmin edilmektedir." Bu rakamlar yeterince beslenemeyen insanların hiç te insanların çok büyük bir kesimi olmadığını göstermektedir.
Dikkat edilirse yukarıdaki ateistik delilde biri açık biri örtük birbiri ile de kısmen alakalı iki ince ayrım yapılmaktadır kötülükle ilgili. Örtülü olarak yapılan ayrım, gereksiz kötülük tabirini kullanmalarından çıkmaktadır. Israrla "gereksiz" kötülükten söz ediliyorsa, örtük olarak 'gerekli' olan bir kötülük türüne de inanılıyor demektir. Bundan daha açık gözüken öbür ayrım ise, "görünüşte" kötülük ve "gerçekte" kötülük ayrımıdır. Bunlar gerçekten yapılması gereken, hatta açıkça yapılması gereken ayrımlardır. Şimdi yazarlar, görünüşte değil gerçekte çok miktarda gereksiz kötülüğün olduğunu savunuyorlar. Acaba kötülüklerin ya da gereksiz denilen kötülüklerin hepsi gerçekten göründükleri kadar kötüler mi, yoksa ilk bakışta kötü gibi gözüken olgular, ayrıntılı bir biçimde ve farklı bir gözle bakıldıklarında gerçekte pek de öyle gereksiz, rastgele ve tümüyle zararlı değiller mi?
Dıştan kötü gözüken birçok olgunun gerçekte öyle olmadığını savunan pek çok kişi vardır. Görünüşteki kötülüklerin çoğu, insanlar aleminde, hayvanların dünyasında veya cansız doğada bir takım daha büyük iyiliklerin meydana gelmesine aracı olmaktadırlar. Çektikleri acının hayvanların hayatta kalmaları için yararlı olduğu savunulmaktadır. Doğal seçilim, ilgi ve alâkanın oluşumunda haz kadar acıyı da gerektirmektedir; acı aynı zamanda duygulu varlıklar için bir alarm sistemi oluşturmaktadır. Bazı görünüşteki kötülükler de insan ve hayvan ortaya çıkmadan önce, doğanın kendi şekillenmesi için yararlı olmuştur. Seller, fırtınalar ve benzerleri, kısa vadede bazı bireyler için zararlı oluyorsa da uzun vadede sistematik açıdan bakıldığında öyle değillerdir. Örneğin, "şimşekli ve yıldırımlı fırtınalar olmasaydı, bir saatten az sürede Yeryüzünün üst atmosferi, çoğu bitkinin yaşamının kendisine bağlı olduğu atmosferik nitrojeni üreten negatif elektrik yükünü kaybederdi. Sulu sıcak çorba üzerinde elektrik yükleri rolünü oynayan şimşekli ve yıldırımlı fırtınalar olmasaydı, hayat meydana çıkamazdı".
Örnekler gösteriyor ki, en kötü gibi gözüken kötülük örnekleri bile doğa için, hayvan için veya insanlar için bir takım iyilikleri, hatta bazen olmazsa olmaz türünden varoluşsal iyilikleri beraberinde taşımaktadır. Bu durumda onların tam anlamıyla gereksiz bir biçimde, salt kötülük olarak var olduklarını söylemek, yakın bir zamanda yoğun bir acı tecrübe etmiş bir insanın duygusallığı içinde değil de sağduyulu düşünebilen ve derinliğine değerlendirebilen biri açısından bakıldığında pek doğruya yakın gözükmemektedir.
İslam Düşüncesinde Teodise
Şu kadarı belirtilebilir ki, İslam düşüncesinde, Hıristiyanlıktaki kadar büyük bir problem olmamış, öyle görülmemiş, teolojide de çok hakim bir yer işgal etmemiştir. Ancak bu, düşüncenin kısırlığından değil, sorunun, İslam düşüncesinde tercih edilen cevaplar ve stratejilerce içinden çıkılmaz bir sorun olmaktan çıkarılmış olmasından kaynaklansa gerektir.
Kur'an'daki, kötülükle ilgili cevapları veya teodise ile ilgili temaları 4 grupta toplamamız ve incelememiz mümkündür: İmtihan ve eğitim, cüz'i iradenin hatalı kullanılması, disiplin ve ceza, ve gerçek adalet yurdu olarak Ahiret.
İmtihan ve Eğitim
Kur'an'daki "En aşikâr cevap, çekilen acıların bazen bir iman imtihanı olduğudur." Cebeci, Kur’an’daki cevapları imtihan ve ceza olarak iki şıkka indirmekle beraber, İkincisini de çoğu kez birinci içinde değerlendirmeyi yeğler:
"Şer, ya bizzat imtihanın içinde, imtihanın bir unsuru olarak karşımıza çıkacak veya imtihandaki hata ve başarısızlıklar olarak veyahut bu hata ve hıyanetin cezası olarak karşımıza çıkacaktır."
Bowker'a göre, cezalandırmadan başka, Kur'an'da, kötülüğün nedeni ile ilgili ikinci büyük açıklama, çekilen ıstırapların bir deneme veya imtihan olduğudur. Bu, Kuran'ın sabit ve tekrarlanan temalarından biridir ve orada sık sık apaçık terimlerle ifade edilir. Kur'an'da imtihan konusuyla ilgili ayetlerden bazıları şu mealdedir:
"O, hanginizin daha güzel amel edeceğini imtihan etmek için ölümü de hayatı da takdir edip yaratandır..." (Mülk, 2).
"Hakikat biz, insanı birbiriyle karışık bir damla sudan yarattık. Onu, imtihan etmek için işitici ve görücü yaptık." (İnsan, 2).
"O Allah, sizi yeryüzünün halifeleri yapan, sizi imtihan etmek için kiminizi derecelerle kiminizin üstüne çıkarandır." (Enam, 165).
Bu ayetlerde, göklerin, yerin, yeryüzündeki hayatın, yaşayan canlılar arasında insanın işitici ve görücü gibi özellikleriyle yaratılmasının, yaratılan kimi insanların kimilerinden üstün olmasının yani insanların iyilik, sağlık, refah ya da bunların eksiklikleri gibi konularda eşitlik içinde yaratılmış olmayışının ve nihayet ölümün, kısacası bilinen tüm evrenin ve bilinen ve yaşanan şekliyle tüm tarihin, insanların "güzel amel" yönünden imtihan edilmesi hikmetine matuf olarak yaratıldığı ve idare edildiği anlatılmaktadır.
Kur'an'ın bu açıklaması inanan bir insan için yeterli olabilir ve daha öte bir soruşturmaya gerek olmayabilir. Ancak konuya gerek ekzistansiyel gerekse akademik olarak dıştan da bakmak durumunda olanlar için Kur'an'ın cevaplarının daha öte boyutlarının da analiz edilmesi gerekir. Burada akla gelen en ilk ve en önemli sorulardan biri şudur: Kur'an'a göre, (genel bir ifadeyle) evren, insan için; insan da imtihan için. Peki ama, ya imtihan ne için, kimin için? Ona neden ve kimin ihtiyacı var?
Öyle görünüyor ki, imtihan teodisesinin can alıcı noktası burasıdır. Bu soruyu hep akılda tutarak, onun cevabına daha geniş bir perspektiften ve daha sağlam bir zemin üzerinde ulaşmak amacıyla, belirli bir sıra içinde imtihanla ilgili Kur'an’da belirtilen diğer hususları "ne", "kim", "nerde", "ne zaman", "nasıl" ve "niçin" gibi sorulara cevap arayarak inceleyelim.
Kur'an'da imtihan vesilesine bazen "musibet" denilir ve şer için kullanıldığında, insanın malı, nefsi ve ailesine isabet eden, hoşnut olmadığı her şey manasınadır. Arapçada "bela", imtihan ve tecrübe etmek manasınadır. Hem hayır ile hem de şer ile yapılan imtihanlar için kullanılır:
"Sizi bir imtihan olarak, hayır ile de şer ile de iptila ediyoruz. Ancak bize döndürüleceksiniz" (Enbiya, 35)
Bowker'a göre, ilk bakışta oldukça sıradan gibi gözüken bu ayetteki "hem hayır ile hem de şer ile" ifadesi, aslında son derece önemlidir. O, refahın da ıstırap kadar büyük bir imtihan olduğu anlamına gelir. Asıl önemli olan, Allah'ın yaratması karşısında insanların tutumudur:
"İnsanın başına bir sıkıntı gelince Bize yalvarır. Sonra katımızdan ona bir nimet verdiğimiz zaman: 'Bu bana bilgimden dolayı verilmiştir' der. Hayır; o bir imtihandır, fakat çokları bilmezler'' (Zümer, 49)
Fakat imtihan, olunan hakkında, hayır veya şer, bir mihneti gerektirdiği için, daha ziyade meşakkatli şeyler için kullanılmıştır.
İmtihan olacak olan, bu imtihana güç yetirebilecek olan insandır. Bu insan, imtihana en münasip bir şekilde yaratılmıştır. Onun iyiliğe de kötülüğe de istidadı vardır:
"Andolsun her bir nefse ve onu düzenleyene (tesviye edene), sonra da ona hem kötülüğü (hem) ondan sakınmayı (iyiliği) ilham edene." (Şems suresinde 7-8)
İnsanın, mutlak olmamakla birlikte, hür bir iradesi vardır:
"Dinde zorlama yoktur. Gerçekten iman ile küfür apaçık meydana çıkmıştır. Artık, kim şeytanı tanımayıp da Allah'a iman ederse o, muhakkak ki kopması olmayan en sağlam kulpa yapışmıştır" (Bakara 256).
Kur'an, acı bir musibetle karşılaştıklarında insanların "...'Biz Allah'ınız ve elbette O'na döneceğiz'..." (Bakara, 156) demelerini ister. Bu sözler bir felaket veya ölümle karşılaştıklarında dindar insanların her zaman dudaklarındadır.
Kur'an'a göre imtihana tabi tutulmak imanın doğasına aittir; iman için imtihan olmalıdır, geçmiştekiler için böyle olmuştur ve her zaman da olacaktır:
"And olsun, biz kendilerinden öncekileri de denemişken, insanlar, 'inandık' deyince, denenmeden bırakılacaklarını mı sanırlar? Allah elbette doğruları ortaya koyacak ve elbette yalancıları da ortaya çıkaracaktır" (Ankebut, 2-3).
Şu halde imtihanlardan biri ve başta geleni, çekilen acılar, dertler ve sıkıntılar karşısında, Allah'ın kudreti, ilmi, adaleti, merhameti, ve hatta ileri boyutlarda varlığına iman konusu, bir içsel tereddüt ve kuşkuya ya da bir dışsal itiraz ve eleştiriye maruz kaldığında, bu iman açısından negatif duygu ve düşüncelere kapılmak ya da kapılmamak, onlara yenik düşmek ya da onları bir türlü başarıyla atlatmak şeklinde gerçekleşecek olan iman imtihanıdır.
İnsanoğlunun ne de imtihan olduğunun ikinci cevabı, "amel", iş, eylem, davranış konusudur. Burada, Kur'an’ın ameli "güzel" amel şeklinde nitelemesi de dikkat çekicidir. Güzel amelde imtihan, zorluklar ve sıkıntılar karşısında da olsa çirkin ve kötü işlerden uzaklaşıp iyilik ve güzelliklere ulaşabilmekte, onların bilgisini edinmekte, onları huy, karakter ve alışkanlık haline getirmekte ve onları doğal kötülükler ya da ahlak açısından kötüler karşısında bile sabırla koruyup sürdürebilmekte gerçeklik kazanan bir imtihan olmalıdır. Geleneksel bir ifadeyle, amelde imtihan, nimet karşısında şükür, mihnet karşısında sabır gösterilebilip gösterilememesinde olmaktadır.
İnsanoğlu, nasıl, ne şekilde veya nelerle imtihan olacaktır? Kur'an, imtihanın nelerle ve nasıl olacağını şu ayette özetlemektedir:
"Andolsun ki sizi, biraz korku, biraz açlık, biraz da mallardan, canlardan ve mahsullerden yana eksiltme ile imtihan edeceğiz..." (Bakara, 155).
Her insan aynı şeylerle değil, birbirinden çok farklı şeylerle imtihan olabilmektedir. Bu cümleden olarak, mesela, Talut'un ordusu bir nehirden kana kana içmemekle, Salih peygamberin kavmi bir dişi devenin sularına ortak edilmesiyle, Yusuf peygamber efendisinin hanımının ondan murat alma arzusuyla, Davud peygamber iki hasım gibi gelen melekler karşısında hükmünün adaleti mevzuunda, Eyüp peygamber hastalıklarına tahammül konusunda imtihan edilmişlerdi.
İmtihanda başarı nasıl sağlanacaktır?
Sabırlı olmak, acı ve keder biçimindeki imtihanda başarı yollarından biri olarak gösterilmektedir. İnsanların "biraz korku, biraz açlık, ..." ve benzerleriyle deneneceğini belirten ayet, "Sabredenlere, lütuf ve keremimi, müjdele" (Bakara, 155) diye bitmektedir.
Ve son olarak en başta sorduğumuz, üzerinde fazla durulmamış olan ama özellikle felsefi açıdan çok büyük önem arzeden teleolojik soru: İnsanoğlu niçin imtihan olacaktır? Bu onun kendisi için midir başkası için mi? Olmasa olmaz mıydı?
Bize öyle geliyor ki, 'niçin ve kimin için imtihan' sorusuna, Kur'an'a dayanarak cevap vermek mümkündür. Musibetlerle veya kötülüklerle denenmenin, imtihan olanlar için gereği ve yararını; onların kendi manevi, ahlaki, psikolojik ve benzeri yönden bu yolla eğitilmeleri, terbiye edilmeleri, olgunlaştırılmaları olarak değerlendirebiliriz. Musibetler öncelikle dini ve manevi eğitimin aracı olmaktadırlar. Bu anlamda "musibetler, İslam’da fazlasıyla önemli bir amaca hizmet edici olarak, yani Tanrının varlığının ve gücünün, insanın yaratılmışlığının, Tanrı'nın murad ettiği her şeyi yapma gücünün, insanın bu iradeyi benimseme mecburiyetinin, Tanrı'nın insanın Onu daime hatırlamasını isteyişinin ve insanın da bu bilinçten sık sık sapmasının bir hatırlatıcısı olarak görülebilirler. Başka bir ifadeyle, Kuran açısından dert ve ıstırabın amacı eğitim veya disiplin olarak görülebilir. Musibetler, bunlarla karşılaşanların iman yönünden olgunlaşmaları kadar, davranış, ahlak ve karakter yönünden de olgunlaşmalarına katkıda bulunur. Öyle ki acı ve ıstırap gerçek bir alçak gönüllülük, sabır, minnettarlık, merhamet meydana getirir.
Cüz'i İradenin Hatalı Kullanılması
Kur’an örtük bir teodise biçiminde üç tema üzerinde durur. Bunlardan birincisi, çekilen acı ve ıstırapların, özgür yaratıkların özgürlüklerini kötüye kullanmasından kaynaklandığı temel görüşüne dayanan, özgür irade teodisesidir.
Kötülük problemini veciz bir biçimde dile getiren bir ayet var gibi görünmektedir Kur'an'da. Bu ayetin dikkat çekici tarafı, problemin sorulması ve hemen akabinde cevabın da verilmesidir. Bu yüzden hem problemin ve hem de cevabın yer aldığı bu ayet, konuya değinenlerin dikkatini pek çekmemiş gibi görünüyorsa da, belki de bu konudaki en önemli ayetlerden biridir:
"Uhud savaşında size gelen musibet sonunda yetmiş kişi şehid olmasına karşılık, daha önce Bedir savaşında kafirlerden iki kat ki, yetmiş ölü ve yetmiş esir olmuşken, siz: "-Peygamber bizimle ve biz de Müslüman iken bu musibet bize nereden geldi?", dediniz...." (Al-i İmran, 165).
Peki, soruya Kur'an'ın verdiği cevap nedir?
"Onlara de ki: "O, kendi tarafınızdandır, Peygambere itaat etmeyişinizdendir." (Al-i İmran, 165,).
Buradan anlaşılıyor ki Müminlerin başına gelen musibet, en azından bir ölçüye kadar sahip oldukları hür iradelerini; akıllarının, inançlarının, akitlerinin, vs. gösterdiği doğru yönde kullanmakta hata etmelerinden kaynaklanıyordu. Kısacası, musibetin kaynağı, özgür iradenin yanlış kullanılmasıydı. Dolayısıyla geleneksel kelamın terimiyle cüz’i iradelerini doğru yönde kullanmayan müminlerin kendileridir. Kader-hür irade tartışmasına bizi asıl konumuzdan uzaklaştıracağı için burada girmek istemiyoruz. Ancak bu ayet ve başka pek çok ayetten anlaşılıyor ki insanoğlunun başına gelen pek çok kötülüğün kaynağı yine insanoğlunun kendisidir. Bunu gerektiren, hatta bir dereceye kadar kaçınılmaz kılan da onun yine en azından bir dereceye kadar özgür yaratılmış, özgür bırakılmış olmasıdır.
İnsanın özgürlüğüdür derken, bu kader ya da daha doğrusu ve önemlisi Allah'ın kudreti inancıyla çelişmemektedir. Çünkü bu özgürlüğe ve bundan dolayı hatalı seçimler ve işler yapılmasına, bunların hiçbirine imkân vermemek kudreti varken, izin veren Allah'ın kendisidir. Nitekim devam eden ayette şöyle buyrulmaktadır:
"İki topluluğun karşılaştığı günde başınıza gelen, Allah'ın izniyledir..." (Al-i İmran, 166).
Bu şekilde Yüce Allah bir insanı bazen istediği gibi davranmakta özgür bırakır. İnsanı özgür iradeden yoksun bırakmaz. Aksi taktirde insan sade bir hayvana indirgenmiş olurdu ve o zaman amellerinden de sorumlu olmazdı.
Özgürlük, başlı başına bir değerdir, kendi içinde değerlidir; değerlerin belki en büyüğüdür; onun için değerinin tartışılması gerekmez; çünkü onun değerine değer katacak, değerini anlamamızı sağlayacak daha büyük bir değer yok vs. denilebilir. Ancak yine de bu konunun tartışmaya açılması ve değerlendirilmesi gerekir. Çünkü Dostoevski'nin İvan'ına benzer bir kişi, "eğer özgürlüğün bedeli, bunca kötülükse, o kendi içinde arzu ettiğimiz bir şey bile olsa, "çok pahalı bir bedeli" varmış, ben bu bileti geri vermek istiyorum’ diyebilir.
Bu açıdan bakıldığında, Kur’an’a göre, özgürlük veya cüz'i irade gerçekten değerli ve önemli midir? Çünkü Kur'an’a göre, ademoğlunun yeryüzünde kötülük yapacağı Allah tarafından bilindiği gibi, onlara daha bu konuda bir bilgi verilmeden, melekler tarafından bile öngörülüyordu. Buna rağmen Allah'ın hikmeti onu yaratılmaya değer buluyordu. Demek ki onun, yapacağı kötülüklere üstün gelen çok daha değerli ve çok daha önemli özellikleri vardı. Bu da muhtemelen onun, meleklerden farklı olarak, cüz'i iradesini kullanarak, yapabileceği kötülüklerin yanında, onlardan daha fazla yapacağı bilinçlice ve özgürce iman ve iyilik olsa gerektir. Nitekim, insanın sahip olduğu anlamda özgür olmadan iman, itaat, ibadet eden melekler, daha uzak bir imtihan ortamında bir ölçüde özgür olarak bunu yapacak olan ilk insana secde etmişlerdir (Bakara 30-34). Kimi yazara göre, "İnsanın Allah'ın halifesi olması da onun özgürce davranabilmesinden kaynaklanmaktadır. ... İrade hürriyeti Yüce Allah tarafından bahşedilen büyük bir nimettir. İnsanı hayvanların üstüne çıkaran ve onu Yüce Allah'ın halifeliği ile taçlandıran, bu özgürlüktür.
Disiplin ve Ceza
Tabii kötülüğün veya doğal afetlerin bir kısmının insanın ahlaki kötülüğünden dolayı Tanrı tarafından meydana getirildiğine Tevrat, İncil ve Kur'an'da temas edilmiştir.” Bowker’a göre Ku'ran, Allah'ın kudreti ve rahmeti inancı ile insanların acı çekme olgusunu iki ana yolda uzlaştırmaya çalışır: "Ceza olarak acı çekme ve imtihan olarak acı çekme."
Cebeci de kitabının sonuç kısmında benzer görüşleri dile getirir:
"Buna göre de gerek fert gerek cemiyet olarak başımıza gelen felaketler; zelzeleler, felaketler, kıtlıklar, salgın hastalıklar, seller ve savaşlar, ya şerle imtihanın bir unsuru veya kötülüklerimizin cezalarıdır."
Kur'an'da, inançsızlıkları, katı kalplilikleri ve itaatsizlikleri dolayısıyla Allah'ın cezalandırmasıyla karşılaşmış eski insanların örnekleri çoktur. Çoğu kez bu cezalandırma, doğal afetler yoluyla gerçekleştirilir. Nuh, Lut, Musa ile Firavun kıssaları cezalandırma argümanının örneklerini oluştururlar. Allah'ın elçilerinin mesajına kulak asmadıkları için yerle bir edilen kasabaların kıssaları anlatılır Kur'an'da. Çoğu defa da bu kıssalar, "Onlara Biz zulmetmedik, fakat onlar kendilerine yazık ettiler" (Hud, 101) sözleriyle biter.
Ceza olarak tabii kötülük ile daha önce gördüğümüz imtihan gereği kötülük arasında ilişki kurmak mümkündür. "Her imtihanda olduğu gibi bu imtihanda da bir netice, bir mükafat veya bir mücazat söz konusudur. Kur'an'ın talimiyle anlıyoruz ki bunlar daha ziyade ahirette olmakla beraber, dünya hayatında da biraz var." Örneğin şu ayet, Kur'an'a göre dünyada da cezalandırmanın olabileceğini göstermektedir:
"O kafir olanlara gelince, ben onları dünyada da ahirette de en şiddetli bir azab ile cezalandıracağım" (Al-i İmran, 56).
Sadece kafirlerin değil, müminlerin de imtihanda başarısızlıklarının sonucu bazen dünyada da cezaya çarptırılabileceğini belirten ayetler vardır. Cebeci'nin ifadesiyle, "musibetlerden çoğunun, kusurlarımızın cezası olduğunu beyan eden birçok ayetler vardır: " Örneğin, Şura suresi 30. ayette, "Başınıza gelen herhangi bir musibet ellerinizle işlediklerinizden ötürüdür. O yine de çoğunu affeder" denilmektedir.
Kuran, insanlara dokunan ister doğal isterse ahlaki kötülük kaynaklı acılar ve ıstırapların, bazı durumlarda ilahi bir cezalandırma olduğunu belirtiyor ve bunun bir hayli örneklerini de veriyor. Ancak o bunu evrensel bir ilke ve teodise haline getirip, başa gelen her felaketin, acının ve ıstırabın açıklayıcı nedeni olarak sunmuyor. Kur’an, acı ve ıstırabın, bazı durumlarda günahlardan dolayı ceza olabileceğini ... fakat her durumda böyle olamayacağını çok iyi bildirmektedir.
Gerçek Adalet Yurdu Olarak Ahiret
Kur'an'a göre, "...Allah hiç kimseye zulmetmek istemez" (Al-i İmran, 108).
Bir şüpheci veya itirazcı, bunun böyle gözükmediğini söyleyip, madem adalet var, neden kötüler ve günahkârlar mutluluk ve refah içindeler, diye sorarlarsa, Kur'an cevabında bunların bu durumunun ebedi olmadığını bildirir. İblis gibi bunlar da ertelenmiş olabilirler, fakat bu bir iptal değil sadece bir erteleme, bir mühlet vermedir. Son hesap, ölümden sonra olacaktır, kötüler cezasını, iyiler iyiliklerinin ve çektikleri acıların karşılığını ve ödüllerini alacaklar ve insanlar arasında denge sağlanacaktır.
Sonuç
Sonuç olarak, Kur'an açısından bakıldığında, fiziksel olsun ahlaki olsun kötülüklerin ve musibetlerin nedenini teke indirgemek mümkün değildir. Özellikle doğal afetler neticesindeki fiziksel kötülükler insanların imtihan edilmeleri, eğitilmeleri ve olgunlaştırılmaları, ibret almaları ve tanınmaları gibi amaçlara hizmet eden gerekli araçlar durumundadırlar. Bu musibetlerin aracılığı olmasa, bu amaçlar da bu tarzda gerçekleşemezlerdi.
Bazı özel durumlarda da onlar bir uyarı, disiplin veya cezalandırma olabilmektedirler. Ahlaki kötülüklerse, yine insanın yapısının gereğidirler ve özellikle de insanın cüzi iradesini iyi kullanamamasından kaynaklanmaktadır. Fakat her şeye rağmen bu dünyada âdil yerini bulmayan acı ve ıstıraplar, gerçek karşılığını ölümden sonraki hayatta bulacaklardır.
Tanrısal Hikmetin Tam Bilinemezliği
İbn Sina'ya göre, Tanrı’nın maksatları biz insanlarınkine benzemez. İbn Sina hayır ve şerrin hikmetini anlama bakımından insanın, Hakk’ın hikmetini kavrayamayacağını savunur. Aslında insana iyiyi kötüden, yararlıyı zararlıdan, güzeli çirkinden ayırt etme yeteneği verilmiştir, ama ilahi hikmetlerin künhünü anlama yeteneği verilmemiştir.
Bütün meşrulaştırıcı ve makûlleştirici açıklamalarıyla, kötülüğün asla Tanrı'nın varlığı ve temel sıfatlarından kuşkuya düşürecek yapıda olmadığını belirtmeye çalışan filozof; yine de evrenin yapısında ve özellikle şerrin varlığı ve miktarında bir miktar sırriliğin ve gizemin kalacağını, insanoğlunun Allah'ın yaratıkları ve fiillerindeki hikmeti tam kavrayamayabileceğim ifade etmektedirler.
İslami teodiselere göre, insan aklı vahyin de yardımıyla evren ve insan yaşamına ilişkin birçok sırrı çözebilecek kapasitede ise de onun evrendeki olayların tüm sırlarım çözmesi ve Tanrısal hikmeti tam anlamıyla bilebilmesi veya kavrayabilmesi mümkün değildir. Kötülükle ilgili çözülememiş görülen sırlar kalabilir. Ancak bunlar insanın inancını sarsacak açıklıklar ve çıkmazlar değildir.
Batı Düşüncesinde Teodise
Teodise kavramı, "kötülük olgusu karşısında Tanrının adaleti ve haklılığını savunma" anlamında kullanılır. "Kötülük nereden geldi?" veya "Tanrı kötülüğe neden izin veriyor?" sorusuna cevap verdiği zaman, o bir teodise ortaya koyuyor demektir.
Teodiseye karşı çıkan teistler yok değildir. Örneğin, kötülük problemi karşısında teistik "savunma"nın bir numaralı temsilcisi olan Alvin Plantinga, doğal teolojiye karşı çıktığı gibi teodiseye de karşı çıkmaktadır. Ona göre kötülüğü yaratmak veya ona müsade etmek için, "Belki Tanrı'nın iyi bir nedeni vardır, fakat bu neden bizim anlayamayacağımız kadar komplikedir."
Fakat başka birçok teist için, Tanrı'nın bu dünya ile ilgili amacını ve oradaki olaylara neden izin verdiğini tam olarak anlayamayacak oluşumuz, bu konuda hiçbir görüşümüzün olamayacağı anlamına gelmez. Zihinsel kapasitemizin sınırlılığını öne çıkaran böyle bir savın gerçeklik payının olması, yine de bir teodisenin imkanını ve meşruluğunu ortadan kaldırmaz.
John Hick'in Görüşleri
Teodisenin en önde gelen çağdaş savunucularından John Hick de teodiseden bahseder etmez, dinsel veya teolojik bazı itirazlar ve protestolarla karşılaşıldığından yakınır. Bu itirazcılara göre teodise, ahlaki kategorileri Tanrı'ya uygulayarak Tanrı'nın fiillerini beşeri standartlarla yargılayabilme ukalalığını temsil etmektedir. Ne var ki, Hick bu itirazları pek yerinde bulmaz. Ona göre kötülük problemine dinsizce bir tutum içinde yaklaşılabileceği gibi, tam bir tevazu ve samimiyet içinde ve sağlam bir Hıristiyan bakış açısından da yaklaşılabilir. Ayrıca, Hick'e göre, buradaki justify (Tanrıyı haklı göstermek...) kelimesi, soruna neden oluyor gibi gözükmektedir. Bu durumda biz de onun yerine daha nötr bir terim olan understand (anlamak) kelimesini kullanabiliriz. "Tanrı'nın insanlarla ilişkisini anlamaya uğraşmak ta dinsizce midir?"
John Hick, 'kötülük problemi' konusu irdelendiğinde artık kendisine değinilmeden yeterli sözün söylenemeyeceği bir yirminci yüzyıl klasiği haline gelmiş olan Evil and the God of Love (Kötülük ve Sevgi Tanrısı) adlı eserinde, bu kitapta irdelediği problemin "teolojik" bir problem olduğunu belirtir.
İnsan, mükemmel yaratıklar ırkı olarak yaratılmaktan ziyade başlangıçta olgunlaşmamış ve kusurlu varlıklar olarak yaratılmışlardır. Hick'in bazı eleştiricileri, eğer her şeye gücü yetiyorsa, Tanrı'nın, manevi açıdan değerli insanoğlunu neden daha baştan mükemmel bir biçimde yaratmadığını sorgulamaktadırlar. Bunun niye böyle olduğunun Hick'de bulunabilecek cevabı, insan özgürlüğünün, daha doğrusu özgürlük içinde ulaşılan Tanrı inancı ve sevgisinin pozitif değeri etrafında dolanır. Bu eksen etrafında karşılıklı olarak birbirini destekleyen iki düşünce öne sürülür:
-
Mücadeleli bir evrimsel ortam,
-
Epistemik bir mesafe.