Arayan İnsan
İslam'a Giriş
Zekatın Manevi İncelikleri
Gazali'nin İhya'sından ilgili bölümler alınarak oluşturulan İbadetlerin Ruhu (Timaş:2013) adlı kitaptan kısaltılarak alınmıştır. (Başlıklar bize ait)
Yüce Allah, Zekâtı İslâm'ın temellerinden birisi kılmış, mu dinin en büyük nişanesi olan namazın hemen peşinden zikredip şöyle buyurmuştur;
"Namazı hakkıyla kılın, Zekâtı verin"(Bakara'2/110)
Yüce Allah Zekât konusunda kusurlu davranıp Zekât vermeye yanaşmayan kimseler hakkında şu âyette çok ağır tehdit ve uyarılarda bulunmaktadır;
"Altın ve gümüşü biriktirip de onları Allah yolunda harcamayan kimseler var ya, işte onları acıklı bir azap ile müjdele !"(Tevbe9l54)
Ebû Zer el-Gıfârî şöyle anlatır:
"Hz. Peygamber(sav) Kâbe'nin gölgesinde otururken yanma vardım; beni görünce; 'Kabe’nin Rabbine yemin ederim ki onlar zarar edenlerin tâ kendileridir’ buyurdu. Bunun üzerine ben, 'Onlar kimlerdir Ey Allah’ın Peygamberi!' diye sordum. Şöyle cevap verdi: Mal biriktirme peşinde koşan kibirli kimseler helak olacaklardır, ancak biriktirdiği malı her vesileyle çokça tasadduk eden kimseler müstesna. Fakat böyle kimseler de ne kadar azdırlar! (İbn Mace, Zühd)
Ahiret yoluna koyulan kimsenin, yerine getireceği Zekât ibadeti ile ilgili olarak bilmesi ve yerine getirmesi gereken birtakım önemli hususlar söz konusudur. Bunları şöyle sıralayabiliriz;
Zekatın Niçin Verildiğinin Şuuruna Varılması
Öncelikle Zekât'ın gerekliliğini, anlamını, bu ibadet ile Allah'ın kulları nasıl imtihan ettiğini; bedenle değil de malî tasarrufla yerine getirildiği halde neden İslam'ın temel şartlarından biri olarak farz kılınmış olduğunu anlamalıdır. Bu noktada üç önemli konu vardır:
a. Kelime-i Şehadet getirip Müslüman olmak; insanın tevhid inancına bağlılık sözü vermesi ve Allah'tan başkasını ma'bûd kabul etmeyeceğine tanıklık etmesi anlamına gelir. Bu sözü vefakâr bir şekilde yerine getirmiş olmanın şartlarından biri de, tevhid ehli mü'minin, yegâne ma'bûd olan Allah'tan gayrı mahbubunun (sevdiğinin) olmamasıdır. Zira muhabbet (sevgi) ortaklık kabul etmez. Bu hususa riâyet etmedikten sonra, sadece dil ile kelime-i tevhidi söylemenin pek faydası olmaz.
Mal insanlar nezdinde sevilen bir şeydir, çünkü mal onların dünyalık geçimlikleridir. İnsanlar mal-mülk nedeniyle dünyaya ünsiyet besler ve kendilerini sevgiliye kavuşturacak olsa da, ölümden hoşlanmazlar. İşte Zekâtla Allah'ı sevdiklerine dair iddialarının sadakati hususunda imtihan edilmiş olurlar.
Bu nokta anlaşıldıktan sonra, insanların mal harcama konusundaki tutumlarına geçelim. Bu konuda insanlar üçe ayrılırlar;
i.İlk gruptakiler tevhid inancını tasdik eder, verdikleri söze sadık bir şekilde vefalı davranır, bütün malları¬nı feda eder ve kendileri için tek kuruş ayırmazlar. Bunlar üzerlerine Zekât farz olacak kadar mal sahibi olmaktan kaçınırlar. Nitekim bu kimselerden birine "iki yüz dirhemin Zekâtı ne kadar olur?" diye sorulduğunda şöyle cevap vermiştir; "Şeriatın bu konuda avam için (herkes için) geçerli olan hükmünü soruyorsan, iki yüz dirhemin Zekâtı beş dirhemdir, ancak bizim için iki yüz dirhemin Zekâtı, hepsini vermekle ödenir."
İşte bu nedenle Hz. Ebubekir (ra) bütün malını, Hz. Ömer(ra) da malının yarısını tasadduk etmiştir. Hz. Peygamber (sav), malının yansını tasadduk eden Hz. Ömer'e, "Peki ailen için ne ayırdın?" diye sorduğunda, "Tasadduk ettiğim kadarım ayırdım" demiştir. Aynı soruyu Hz. Ebubekir'e sorduğunda ise şu cevabı almıştır; "Onlara Allah'ı ve Resûlünü ayırdım."
ii.İkinci gruptaki kimselerin dereceleri, birinci gruptakilerin altındadır. Bunlar ihtiyaç anlarını ve hayır- hasenat zamanlarını gözetir ve böyle durumlarda kullanmak üzere mallarını elde tutarlar. Dolayısıyla bunların mallarını elde tutmalarındaki amaçları, o mallardan istifade etmek değil, ihtiyaca binaen infak etmek, ihtiyaç fazlasını, ne şekilde tezahür ettiğine bakmaksızın çeşitli şekillerde, iyilik yolunda sarf etmektir. Bunlar Zekâtın miktarını eksiltme gibi bir yola başvurmazlar.
Nehaî (Öİ.715), Şa'bî (51.723), A'tâ (öl. 732) ve Mücahid (öl. 722) gibi tabiin âlimleri, malda Zekâtın dışında da hak bulunduğu görüşündedirler. Nitekim kendisine "Malda Zekât dışında hak var mıdır?" şeklinde sorulduğunda Şa'bî şöyle demiştir; "Evet vardır, Yüce Allah’ın, 'malı seviyor olmasına rağmen onu yakınlara... veren(2/177) âyetini duymadın mı?”
Bu tabiin âlimleri ayrıca "Onlar kendilerine verdiğimiz rızıktan infak ederler. (Bakan2/3) ve "Size verdiğimiz miktarı infak edin."(Münaflkun'63/10) âyetlerini de delil olarak göstermiş ve bu âyetlerin Zekât âyetleri ile neshedilmediğini, aksine bu âyetlerde emredilen infakın Müslüman'ın Müslüman'a olan hakkı olarak hâlâ geçerli olduğunu söylemişlerdir. Bu görüşe göre bu âyetler şu anlama gelmektedir; varlıklı Müslüman sadece Zekâtını vermiş olmakla yetinmemeli, nerede ve ne zaman bir muhtaç mü'min görse, onun ihtiyacını gidermelidir.
iii.Fıkıhta bu konuda ifade edilen sahih görüş şudur: Mü'min kimse dara düştüğü, ihtiyaçtan dolayı bunaldığı zaman, onun bu ihtiyacını gidermek farz-ı kifayedir, çünkü bir mii'minin göz göre göre perişan olmasına göz yummak caiz olmaz. Fakat bu noktada, varlıklı mü'minin ihtiyaç giderecek kadar malı "borç olarak" verebileceği, Zekâtını vermiş olduktan sonra böyle bir durumda malını karşılıksız vermek zorunda olmadığı söylenebileceği gibi, borç vermesinin caiz olmayacağı, ihtiyacı kadar malı karşılıksız olarak vermesi gerektiği, çünkü fakir kimseye borç teklif etmenin (borç yükü yüklemenin) caiz olmadığı da söylenebilir. Meselenin bu yönü ihtilaflıdır; ancak böyle bir durumda olan varlıklı kimsenin, ihtiyaç sahibine infak etmek yerine borç vermesi, avam-ı nâsın en alt derecesine inmek demektir ki, bu derecede olanlar, yukarıda saydığımız iki gruptan sonra gelen üçüncü grup kimselerdir. Bu gruptakiler sadece farzları yerine getirmekle yetinirler. Farzlardan herhangi bir şeyi eksik bırakmadıkları gibi onlara ilave bir şey de yapmazlar. Bu, en düşük mertebedir. Avam-ı nâsın tamamı, sırf cimriliklerinden, mala olan meyillerinden ve gönüllerindeki ahiret sevgisinin azlığından dolayı böyle davranır, sadece farzlan yerine getirmekle yetinirler.
b. İkinci konu, cimrilik vasfından arınmaktır. Zira cimrilik insanı helake sürükleyen şeylerden biridir. Hz. Peygamber(sav) bu hususta şöyle buyurmuştur; "Üç şey insanı helake sürükler; kendisine itaat edilen cimrilik duygusu, peşinden gidilen hevâ ve kişinin kendini beğenmesi' (Taberânî) Yüce Allah da bu konuda şöyle buyurmaktadır; "Kim de nefsinin cimriliğinden sakınırsa, işte böyleleri kurtuluşa eren kimseler olacaktır." Şimdilik şu kadarına değinelim; cimrilik vasfı, ancak insanın kendisini malını sürekli harcamaya alıştırması ile ortadan kaldırılabilir, çünkü herhangi bir şeye yönelik sevgi ancak, nefsin ondan ayrı kalmaya zorlanması ve artık ayrılığa alışması ile yok edilebilir. İşte Zekât bu anlamıyla bir "temizlik"tir, yani bu ibadet, insanı helake sürükleyecek olan cimrilik hastalığından temizler.
c. Üçüncü konu ise; nimetlere şükretmektir. Zira Yüce Allah hem insanı yaratarak, yani onu yokluktan varlığa geçirerek ve kendisine tevhid inancını bahşederek nimet vermiş, hem de ona mal-mülk ihsan ederek nimet vermiştir. Namaz ve Oruç gibi sadece bedenle ifa edilen "bedenî ibadetler" birinci tür nimetlerin, yani bedenî nimetlerin şükrü; Zekât ve sadaka gibi sadece mal ile ifa edilen malî ibadetler ise malî nimetlerin şükrüdür. Yoksul ve muhtaç bir fakiri gördüğü halde ona yardım etmeye, ihtiyacını gidermeye ve böylece Allah'ın bah-şettiği zenginliğin şükrünü eda etmeye yanaşmayan, malının kırkta birini yahut onda birini ona Zekât olarak vermeye nefsi razı gelmeyen kişiden daha bedbaht kimse var mıdır?
Zekatın Veriliş Vakti
Dini bütün bir mü'minin edebine yakışan, Zekâtı, farz olan vakti gelmeden önce aceleyle vermektir. Böylece mii'min, bir an önce fakirleri sevindirmiş, zamanla ortaya çıkacak engellerin kendisini Zekâttan alıkoymasına mani olmuş ve İlahî emre itaat konusunda gönülden İstekli olduğunu izhar etmiş olacaktır. Ayrıca mü'min, Zekâtı geciktirmenin birtakım olumsuzluklara neden olacağını, vaktinde verememek suretiyle kendisini günaha sevk edebileceğini bildiği için, bir an önce Zekâtını vermek için acele edecektir.
Mü'min kul, iç dünyasında kendisini hayra davet eden bir emare gördüğü an derhal bu fırsatı değerlendirmeli, bunun Rahmân'm kendisine bahşettiği bir nimet olduğunu bilmelidir.
Zekâtının tamamım vermek için belli bir ay tayin etmeli, bu ayın vakit olarak en faziletli zaman olmasına gayret etmelidir. Böylece bu vaktin fazileti sayesinde Zekâtının sevabı ve Allah'a yakınlığı artar. Bu ay, Allah'ın ayı diye bilinen Muharrem ayı olabilir, çünkü Muharrem ayı hem hicri yılın başlangıcıdır hem de haram aylardan biridir. Bu ay, Ramazan ayı da olabilir, çünkü rivâyette ifade edildiği üzere Hz. Peygamber(sav) Ramazan ayı geldiği zaman diğer aylardaki halinden çok daha cömert olur, ihsanı ve yardımseverliği adeta rüzgâr gibi olurdu. Bunun sonucunda elinde ne varsa hepsini infak eder, hiçbir şey bırakmazdı. Ayrıca Ramazan ayında Kadir gecesinin fazileti de vardır ki, o gece Kur'an indirilmiştir.
Yine çok faziletli aylardan bir diğeri de Zilhicce ayıdır. Bu ay hem haram aylardan biridir, hem de içerisinde Arefe günü (Hacc-ı Ekber günü) ve Eyyâm-ı Malumat denilen ilk on gün, Eyyâm-ı Ma'dûdat denilen "teşrik günleri" bulunmaktadır.
Zekatın Gizli Verilmesi
Zekât ibadetini gizli yapmaktır. Çünkü Zekât ibadeti gizlice yerine getirildiği zaman riyâ ve gösterişten daha uzak olacaktır. Hz. Peygamber (sav) bu hususta şöyle buyurmuştur; "En hayırlı sadaka, çok fazla malı olmayan bir kimsenin bir fakire gizlice verdiği sadakadır"
Yine meşhur bir hadiste Hz. Peygamber(sav) şöyle buyurmaktadır; "Hiçbir gölgenin bulunmadığı mahşer gününde yedi sınıf insanı Allah kendi gölgesinde gölgelendirecektir. Bunlardan biri de, sadaka veren ve sağ eliyle verdiği sadakayı sol eli bilmeyen kimsedir."
Zekât ve sadakayı gizli vermenin faydası; riyâ ve gösterişten uzaklık, yani ihlâstır. Hz. Peygamber(sav); "Allah yaptığı hayrı başkasına işittirmeye ya da göstermeye çalışan kişinin ve yaptığı hayrı başa kakan kimsenin hayrını kabul etmez; sadakası hakkında konuşan kimse başkasının bunu bilmesini ister, insanların ortasında başkasına sadaka veren kimse riya peşindedir. Sadakayı gizli vermek ve kimseye bundan söz etmemek riyadan ve gösterişten kurtuluştur.” buyurmuştur.
Takva ve verâ sahibi bazı zatlar sadakanın gizli verilmesi hususunda daha da ileri gitmiş ve sadakayı alan kimsenin veren kimseyi bilmemesi gerektiğini söylemişlerdir. Hatta bu zatlardan kimileri sadakayı gözü görmeyen kimsenin eline verir, kimi fakirin geçeceği yola ya da oturacağı yere bırakıp onun sadakayı görmesini, fakat kimin verdiğini bilmemesini ister, kimi fakirin uyuduğu esnada sadakayı onun elbisesine iliştirir, kimi fakire sadakayı bir aracı ile ulaştırır ve aracı olan kişiye sadakayı kimin verdiğini kesinlikle hiç kimseye söylememesini tembihlerdi. Bu zatlar böyle yapmakla Yüce Allah'ın gazabını dindirmek ve riyâ, gösteriş gibi afetlerden sakınmak istemişlerdir.
Eğer insanın kendini tamamen gizleyerek sadaka vermesi mümkün değilse, o zaman en evla olan yol, bir aracı vasıtasıyla sadakayı fakire ulaştırmaktır, çünkü bu şekilde sadece riyaya düşme tehlikesi söz konusu olur, oysa sadakayı doğrudan fakire vermek durumunda hem riyâ hem de minnet (başa kakma) tehlikesi vardır. Yapılan bu hayır işlerinde bir şöhret, tanınma, bilinme amacı bulunduğu zaman, amel boşa çıkar. Zira Zekât cimriliği izale etmek, mal sevgisini azaltmak demektir. Hâlbuki şan-şöhret sevgisi insan nefsine mal sevgisinden daha fazla hâkim olur ve bunların her ikisi de insanı ahirette helak olmaya sürükler.
Gerektiğinde Zekatı Açıktan Verme
Ahiret yoluna koyulan kimsenin, ifâ edeceği Zekât ibadeti ile ilgili olarak bilmesi ve yerine getirmesi gereken önemli husus, başka insanları Zekâta teşvik etme ve onları özendirme, yönlendirme gibi faydaları olacağı zaman Zekât ve sadakayı açıktan vermek, içini riyâdan ve gösterişten muhafaza etmektir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır; "Sadakaları açıktan verirseniz bu ne güzeldir!" (2/271) Bu, elbette durumun açıktan vermeyi gerektirdiği hallerde böyledir. Örneğin başka insanları Zekâta teşvik etmek ve onlara öncülük etmek gerektiğinde ya da fakir kimse başkalarının huzurunda sadaka istediğinde, riyâdan veya sadakayı açığa vurmaktan çekinip de sadaka vermezlik etmek doğru olmaz.
Bu durumlarda yapılması gereken şey, sadakayı açıktan vermek ve kalbi mümkün olduğu kadar riyâdan muhafaza etmeye çalışmaktır. Çünkü sadakayı açıktan vermenin riyâ ve minnetten başka, üçüncü bir mahzuru daha vardır ki o da, fakirin teşhir edilmesidir. Çünkü fakir kimse belki muhtaç halde olduğunun bilinmesini istemiyordur.
Yüce Allah da, "Onlar kendilerine verdiğimiz rızıktan gizli ve açık infak ederler" buyurarak, gizli sadaka vermeye olduğu gibi, başkalarını sadakaya teşvik şeklinde birçok faydası nedeniyle aleni sadaka vermeye de teşvik etmiştir. O halde mü'min kul bu faydayı ve muhtemel mahzurları titizlikle düşünmeli ve her birini hesaba katmalıdır, çünkü bu, kişiden kişiye ve durumdan duruma değişebilir. Bazı durumlarda ve bazı kişiler için sadakayı açıkça vermek daha faziletli olabilir.
Başa Kakmama
Ahiret yoluna koyulan kimsenin, ifâ edeceği Zekât ibadeti ile ilgili olarak bilmesi ve dikkat etmesi gereken önemli husus, sadakayı başa kakarak ve eziyete dönüştürerek ifsat etme meselesidir. Yüce Allah, "Sadakalarınızı başa kakma ve eziyet etme suretiyle boşa çıkarmayın" (Bakara 2/264) buyurmaktadır.
"Başa kakma" ve "eziyet"in hakikati hususunda ihtilaf edilmiştir. Kimileri başa kakmanın sadakayı zikretmek, verilen sadakadan söz etmek, eziyetin ise sadakayı açıkça vermek, açığa vurmak olduğunu söylemişlerdir. Süfyan-ı Sevrî (öl. 778) "Başa kakan/ minnet eden kimse, sadakasını ifsat etmiş, boşa çıkarmış olur" demiştir. "Peki, başa kakma nasıl olur?" diye sorulduğunda ise, "Kişinin sadakasından söz etmesi, onun hakkında konuşması ile olur" demiştir. Bir başka görüşe göre ise başa kakma, verilen sadaka karşılığında hizmet beklemek; eziyet ise fakiri ayıplamaktır. Yine bir başka görüşe göre başa kakma, verdiği sadakadan dolayı fakire büyüklük taslamak, kibirli davranmak; eziyet ise onu istemesinden dolayı azarlamaktır.
Hz. Peygamber(sav), "Allah minnet eden (başa kakar:) kimsenin sadakasını kabul etmez"(Müslim) buyurmuştur.
Buna göre başa kakmanın bir sebebi, birçok da sonucu vardır. Başa kakmanın aslı, sadaka veren kimsenin kendisini fakire ihsan eden, ona nimet veren kişi olarak görmesidir. Hâlbuki bu kişi tam tersini düşünmeli, fakiri kendisine ihsan eden olarak görmelidir, çünkü fakir; Allah hakkı olan ve kendisini cimrilik ve benzeri kötü ahlakî huylardan temizleyecek ve cehennem ateşinden kurtaracak olan Zekâtı veya sadakayı almakta, böylece kendisine ihsan etmektedir. Eğer fakir bu sadakayı kabul etmeyecek olsaydı, varlıklı kimse borçlu durumda kalacaktı. O halde varlıklı kimse fakire her zaman minnet duymalıdır. Çünkü fakir sadakayı kabul etmek sûretiyle ondan Allah hakkını almış, elini Allah adına uzatmış olmaktadır. Nitekim Hz. Peygamber(sav); "Sadaka fakirin elinden önce Yüce Allah'ın eline geçer" (Taberânî) buyurmuştur. O halde sadaka, Allah'ın hakkının verilmesi olarak düşünülmeli, fakirin de, Allah'a verilmiş olan bu maldan ve bizzat Allah'tan rızkını aldığı düşünülmelidir.
İnsan bu hususta cahil olduğu ve kendisini fakire ihsan eden, iyilik eden konumunda gördüğü zaman, bu düşünceden başa kakma, sadakayı açığa vurma, ondan söz etme ya da fakirin kendisine teşekkür etmesini, dua etmesini, hizmet etmesini, işlerini yapmasını, ta'zimde bulunmasını, kendisine tâbi olmasını, yer vermesini beklemek gibi durumlar hâsıl olmaktadır. İşte bunların tümü, başa kakmanın sonuçlarıdır. Eziyet ise zahir itibariyle fakiri ayıplamak, kötülemek, azarlamak, ona somurtmak, fakirliğini teşhir etmek ve daha başka şekillerde onu hafife almaktır. Bâtınî manası, yani aslı, kökü ise iki şeydir; birincisi, malının verdiği takdirde eksileceğini zannetmesi ve bunu çok ağır bulduğu için de fakire zorluk çıkarması, İkincisi ise kendisini fakirden daha hayırlı görmesi, fakiri sırf fakir olduğu için daha değersiz görmesidir. Bu iki düşüncenin kaynağı da cehalettir.
Malı verirken hoşnutsuzluk göstermek tam bir ahmaklıktır; çünkü bunu yapan kişi, bin dirhem kazanacağı yere bir dirhem harcamaktan hoşnut olmamaktadır. Bilindiği gibi insan, Allah'ın rızasını kazanmak ve ahiret diyarında ilahi sevaba nail olmak amacıyla Zekât ve sadaka verir ki bunlar, onun verdiği maldan çok daha değerlidir.
İkincisi, yani kişinin kendisini fakirden daha hayırlı görmesi de cehalettir, çünkü böyle yapan kimse aslında fakirliğin zenginlikten üstün olduğunu ve zenginlerin içinde bulundukları tehlikeyi bilecek olsa, fakiri hor ve hakir görmez, aksine onu ta'zim eder ve onun derecesine sahip olmayı temenni ederdi. Nitekim zenginlerin salih olanları bile, fakirlerden ancak beş yüzyıl sonra cennete girebileceklerdir. Bu sebeple Hz. Peygamber(sav) şöyle buyurmuştur; "Kabe’nin Rabbine yemin ederim ki onlar zarar edenlerin tâ kendileridir." Bunun üzerine Ebu Zerr, "Onlar kimlerdir Ey Allah'ın peygamberi!" diye sorunca da "Mal biriktirme peşinde koşanlardır..." diye cevap vermiştir.
Verdiğini Gözünde Büyütmeme
Zekâtı veren kimsenin, verdiğini az görmesidir; çünkü verdiğini büyük gördüğü takdirde, kendini beğenmişlik (ucb) hastalığına düşmüş olur ki bu hastalık, insanı helake sürükleyen şeylerden olup amelleri boşa çıkarır.
Denir ki; "İbadet ve itaat küçük görüldükçe Allah nezdinde büyür, günah ise büyük görüldükçe Allah nezdinde küçülür."
Yine denildiğine göre, güzel ve hayırlı işler ancak şu üç şeyle tamamlanır: Yapılan hayrın küçümsenmesi, yapılmasında acele edilmesi ve gizlice yapılması.
İnsanın kendini beğenmesi ve yaptığı hayrı çok görmesi, bütün ibadetlere musallat olabilecek bir hastalıktır ve bunun çaresi de ilim ve ameldir.
"İlim"in çare olması şöyle olur; "Zekât veya sadakayı veren kimse, verdiği onda bir veya kırkta birlik miktarın, malın tamamına nispetle az olduğunu düşünmelidir. Verdiği miktar, kendisi için yaptığı harcamanın en düşük miktarıdır. Bu açıdan bakıldığında, Zekât veya sadaka veren kimse, verdiğinin azlığından utanmalıdır. Peki hal böyle iken nasıl olur da insan verdiği sadakayı çok görebilir?!
Diyelim ki bir kimse malının tamamını veya büyük bölümünü Zekât veya sadaka olarak vermiş olsun; bu durumda bile, bu malın kendisine nereden geldiğini düşünmeli ve malı nereye sarf ettiğini hatırlamalı, böylece verdiğini çok görmemelidir. Zira böyle düşündüğünde görecektir ki; mal Allah'ındır, dolayısıyla bu malı kendisine verdiği ve kendi emri doğrultusunda sarf etmeye muvaffak kıldığı için minnet etmek, sadece Allah'a mahsustur. O halde Allah'ın hakkı olan malı yine O'nun yolunda harcayan kimse neden yaptığı bu harcamayı çok görür ki?! Ayrıca kul bu Zekât veya sadakayı ahiret mükafatını elde etmek için harcadığına göre, karşılığında daha büyük sevaplar beklediği bu harcamayı niye büyük görür ki?
Amelin bu hastalığa çare olması da şöyledir; Zekât veya sadaka veren kimse, malının geri kalanını vermediği, o malı Allah'tan sakındığı için utanmalı, bu hal içinde vermelidir. Kendisine verilen emanet geri istendiğinde onun tamamını değil de ancak bir kısmını verebilen kimse gibi boynu büyük ve mahcup bir şekilde Zekât ve sadaka vermelidir. Çünkü sahip olduğu malın tamamı Allah'a aittir ve Allah nezdinde daha güzel ve sevimli olan davranış, malın tamamını infak etmektir. Ne var ki insan cimri olduğu için bütün malını vermesi, kendisine zor gelir. Bu yüzden Allah ona malının tamamını vermeyi emretmemiştir.
Verdiğinin En İyisinden Seçerek Vermek
Malın en iyisinin, en kıymetli ve en güzelini seçerek vermesidir. Çünkü Allah mutlak/mahza iyidir, ancak iyiyi kabul eder. Eğer kişinin verdiği Zekât veya sadaka malında şüphesi varsa, yani o mal dini ölçülere göre onun meşru mülkü değilse, o zanıan, zekat veya sadaka yerini bulmuş olamaz. Nitekim Eban b. Ebî Ayyaş ın Enes b. Mâlik'den rivayet ettiği bir hadîste şöyle denilmektedir: "Helâl kazandığı maldan infâk eden kula, cennet vardır!"
Eğer Zekât için ayırdığı mal, iyisinden değilse, o zaman yaptığı şey edep dışı bir davranış olur, çünkü bu takdirde kendisine ve aile efradına malın iyisini saklıyor ve Allah'tan başka kimseleri Allah'a tercih etmiş oluyor demektir. Aynı şeyi eve gelen bir misafire yapıp evdeki basit ve kötü yemekleri ona getirse, misafiri buna çok bozulacak ve kızacaktır. Eğer Zekâtı Allah için verdiğini düşünüyorsa, bu yaptığı uygun değildir. Diğer taraftan eğer kendini ve kazanacağı sevabı düşünüyor ve Zekâtı bunun için veriyorsa, o zaman yaptığı şey yine akıllıca sayılmaz. Zira insanın sahip olduğu mal iki kısımdır; biri sadaka verilmek suretiyle ebedi sevaba dönüştürülen kısımdır, diğeri ise başka şekilde harcanan ve fani bir mal olarak yok olup giden kısımdır. Dünyada yiyip bitirdiği mal, sadece dünyalık ihtiyaçlarını karşılayacaktır; oysa sadece dünyaya bakıp ahireti ihmal etmek akıllı bir insanın yapacağı şey değildir.
Bu konuda Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Ey iman edenler! Kazandıklarınızın ve sizin için yerden çıkar-dığımız ürünlerin helâl olanlarından ve iyisinden Allah yolunda harcayın. Kendinizin ancak göz yumarak alabileceğiniz düşük şeyleri sadaka vermeye kalkışmayın.”
Yani size verildiği takdirde istemeyerek ve verenden utanarak alabileceğiniz bayağı şeyleri vermeye kalkışmayın ve böylece Rabbinizi basit faydalara değiştirmeyin.